İsviçre’de
Zürih Üniversitesi’nde görev yapan bilim insanlarının yaptıkları deneyin
sonuçları, bilim dergisi “PLOS ONE”da yayımlandı.
Bilim insanları 2011 yılında bir misyon
çerçevesinde uzaya fırlatılan “TEXUs-49″ isimli roketin dış yüzeyine, korumasız
bir şekilde DNA molekülü yapıştırdı.
İsviçreli bilim insanları büyük
şaşkınlığı ise, “TEXUS-49″ roketinin atmosferi geçerek uzayda süren 13
dakikalık uçuşu sonrası dünyaya dönüşünde yaşadı.
Roketin yüzeyine korumasız yapıştırılan
DNA molekülünde yaşam belirtileri bulunmaktaydı. DNA molekülü 1000 santigradlık
bir sıcaklıktan geçerek, yeryüzünden 268 kilometre uzaklaşmasına rağmen yüzde
53.4′ü zarar görmemişti ve yaşam belirtilerine sahipti.
Araştırma ekibinden Cora Thiel, DNA
molekülünün yüzde 35 oranında biyolojik fonksiyonlarını koruduğunu belirterek,
“Bu kadar fonksiyonel ve bozulmamış bir DNA molekülüyle karşılaşacağımızı
tahmin etmiyorduk. Bu bizim için büyük bir sürpriz oldu” dedi.
İsviçreli bilim insanı Cora Thiel,
TEXUS-49′un dış yüzeyine yapıştırılan DNA molekülünü uzayda birçok faktörün
koruduğunu belirtti. Thiel, uzay boşluğundaki aşırı kuruluk ve sonrasında
yüksek tuz oranının DNA molekülünü koruduğunu söyledi.
Bilim insanları bu araştırmanın, uzayda
yaşam belirtisi aramak için yapılacak araştırmalarda çığır açacağını
belirtiyor.
Antarktika’nın buzullarını incelemek adına 3 boyutlu haritalama
sistemi bulunan bir kapsül geliştirildi. Deniz altında seyir edecek ve
buzulların yapısıyla ilgili bilgi toplayacak olan aracın temelleri 2010 yılında
RRS araştırma gemisi tarafından atılmıştı.
Deniz altında ilerleyecek akıllı araç güneş enerjisiyle çalışıyor
ve 500 bin metre karelik bir alanın haritasını çıkartmak adına görev alıyor.
Araştırmacılardan Doktor Jeremy Wilkinson ise Antarktika’nın
buzullarını uydudan alınan görüntülerle bir yap poz gibi birleştirerek
haritalaştıracaklarını belirtti:
“Burada yapmak istediğimi şey yüzeyin haritalama sistemiyle deniz altındaki
buzulların uyumlu olup olmadığını ortaya çıkartmak. Yüzey görüntülerini
uydulardan temin edeceğiz. Su altında kalan kısımları ise bu araçla inceleyip
kalınlıklarını ölçeceğiz. Uzaydan dünyaya bakıldığında denizlerde bulunan
buzullar bembeyaz görünür. Bu beyazlık güneş ışınlarını yansıtması açısından
çok önemli. Ancak kutuplardan buzulları kaldırdığınızda buraya vuran güneş
ışınları tüm dünyayı ısıtır.”
Bu yolla araştırmacılar küresel ısınmanın dünyamıza olan
etkilerini gözlemleyebilecekler. Doktor Jeremy Wilkinson, haritalama sistemi
sayesinde buzullardaki dramatik erimenin nedenini bulacaklarını belirtti.
Çernobil’de nükleer faciadan bu yana ilk defa radyasyondan
etkilenen bölgede boz ayılar görüntülendi.
Ukrayna’nın Çernobil kentindeki nükleer tesislerde Nisan 1986′da
büyük bir patlama yaşanmış, tesislerin etrafındaki yaklaşık 2 bin 600
kilometrelik alan radyasyon sebebiyle boşaltılmıştı.
Bölgede yaşayan 110 bin kişi başka yerlere yerleştirilmişti.
Bir grup bilim insanı, beş yıllık bir proje kapsamında boşaltılan alanda
radyasyonun doğaya etkilerini takip ediyor.
Daha önce bölgede boz ayıların varlığına dair bazı ipuçlarına rastlanmıştı —
ancak neredeyse 100 yıldır kimse onları görmedi.
Bölgeyi izleyen ekibin lideri Mike Wood, BBC’ye şunları söyledi:
“Ukraynalı meslektaşımız Sergey Gaşçak’ın boşaltılmış alana yerleştirdiği
kameralar son birkaç aydır görüntü topluyordu. Bölgede doğal yaşamı
inceliyorduk. Ve Ekim ayındaki kayıtlardan birinde boz ayıya rastladık.”
“Daha önce de bölgede boz ayıların yaşadığı öne sürülüyordu. Ama bildiğimiz
kadarıyla bu iddia ilk defa görüntülü olarak kanıtlandı.”
Yer çekimsiz ortamda yaklaşık 7 dakika geçirmek için Türkiye’den
de 8 kişinin başvurduğu uzay seyahatinin ilki, gelecek yılın ilk yarısında
yapılacak.
SCX şirketinin X-Cor Lynx Uzay Roketi’nin Türkiye temsilciliğini
üstlenen VIP Turizm Yönetim Kurulu Başkanı Ceylan Pirinçcioğlu, yaptığı
açıklamada, 4 yıl önce planlanan uzay yolculuğunun ilk uçuşunun bu yılın
sonunda yapılmasının öngörüldüğünü ancak bazı eksiklikler nedeniyle 2015′in ilk
yarısına ertelendiğini söyledi.
Uzaya gönderilecek roketin çok farklı bir teknolojiye sahip
olduğunu belirten Pirinçcioğlu, “Yerden roket olarak kalkıyor ve kendisi
iniyor. Bu, uzay turizminin birinci adımı” dedi.
Uzaya gideceklerin yaklaşık 7 dakika yer çekimsiz ortamda
kalacağını aktaran Pirinçcioğlu, “Yerküreden hareket, dönüş toplam bir saatlik
heyecan. Çok ilgi duyuluyor. Uzay turizmi için şu anda dünyada bin kişi bunu
talep etmiş ve parasını vermiş. Uzaya yolculuk yapmak isteyen on binlerce kişi
daha var. Türkiye’den de gitmek isteyenler var. Parasını yatıran 8 kişi
bulunuyor. Bir seyahatin bedeli 100 bin dolar” diye konuştu.
Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Jüpiter ve uydularını keşfetmek için
hazırladığı JUICE projesi, uygulamaya konulmak için onay aldı. Proje, 2022
yılında JUICE keşif aracının ateşlenmeyi, 2030′da Jüpiter ve uydularını yeniden
keşfedilmeye amaçlıyor.
Jüpiter Buzul Uyduları Kaşifi olarak adlandırılan JUICE projesi,
ESA Bilim Programı Komitesi tarafından onaylanarak uygulama aşamasına geçti.
Jüpiter’e Gallileo uzay aracı ardından düzenlenecek en büyük görev olacak
JUICE, 2022′de ateşlenecek. Jüpiter sistemine 2030 yılında ulaşması beklenen
JUICE, Jüpiter’in atmosferini ve uydularını inceleyecek.
JUICE, görevi kapsamında Jüpiter’in buzul uyduları Ganymede, Europa ve
Callisto’yu ziyaret edecek. Güneş Sistemi’nin en büyük uydusu olan ve bu
özelliğiyle Merkür’den bile geride bırakan Ganymede’in yörüngesine girecek olan
JUICE, bir buzul uydunun yörüngesinde gözlem yapacak ilk uydu olacak.
Jüpiter ve uyduları hakkında birçok önemli bilgiye ulaşılmasını
sağlayacak JUICE, gelecekte koloni haline getirilmesi düşünülen Europa’ya daha
yakından bakmamızı sağlayacak. JUICE görevi, aynı zamanda en büyük uluslararası
çalışmalardan biri olacak. 16 ülkenin katkıda bulunacağı görevde İtalya, Fransa
ve Almanya’nın yanı sıra Belçika, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Polonya,
Yunanistan ve İsviçre de bulunacak.
ESA tarafından önerilen Jüpiter görevleri arasından 2012′de
seçilen JUICE görevine, ABD ve Japonya da finansal destek verecek. JUICE,
birçok kamera, spektrometre, bir radar, bir irtifa ölçer, deney cihazları ve
alıcılar taşıyacak.
Moskova Devlet Üniversitesi’nden Dr. Maxim Skulaçev ve ekibi, yeni
bir antioksidan türünü kullanarak geliştirilecek hap sayesinde insanların 120
yaşına kadar yaşayabileceğini öne sürdü.
Rus bilim adamları, bu antioksidanın, temel görevi biyolojik
enerjinin sağlanması olan, yaşlanmayı tetikleyen, kalp krizi ve Alzheimer ile
bağlantılı hücredeki mitokondriyi etkilediğini belirtti.
Yaşlanma sürecini yavaşlattığı öne sürülen yeni “formül” fareler,
balıklar ve köpekler üzerinde denendi.
Skulaçev, formül sayesinde hayvanlarda yaşlılığa bağlı birçok
hastalığın çok yavaş ortaya çıktığını vurguladı. Bilim adamı, başka
araştırmaların da olumlu sonuç vermesi halinde yaşlılığın artık
ertelenebileceğini ifade etti.
Ancak Skulaçev, 800 yıl yaşamanın mümkün olabileceğine
inanmadığını, büyük ihtimalle gelecekte yeni hastalıkların ortaya çıkacağını
söyledi.
Konuya ilişkin makale Daily Mail dergisinin internet sitesinde
yayımlandı.
Philae göreviyle bir ilki başaran Rosetta uzay aracı, yörüngesinde
yer aldığı 67P/Churyumov–Gerasimenko kuyrukluyıldızından yükselen toz ve ısıyı
görüntüledi.
Rosetta uzay aracı, Güneş’e yaklaşmasıyla beraber yüzeyindeki
hareketlilik de artan 67P kuyrukluyıldızından uzaya saçılan toz ve ısıyı
gözlemlemeyi başardı. Avrupa Uzay Ajansı (ESA), 67P’nin Güneş’e yaklaştıkça
etrafında bir ‘atmosfer’ gelişiyor olabileceğini belirtti.
ESA, 26 Kasım’da elde edilen fotoğraf hakkında yaptığı açıklamada,
‘fotoğrafın alt kısmının üstteki yayılımın görüldüğü yere kıyasla silüet gibi
kaldığı, çekirdekten yayılan gaz ve tozların gök cisminin parlak köşelerinde
atmosfer oluşumuna benzerlik gösterdiği’ ifade edildi. Öte yandan, NAVCAM
cihazının optiklerinden kaynaklanıyor ve beyaz parçacıkların toz ve diğer küçük
kozmik materyali temsil ediyor olabileceği belirtildi.
Gökbilimciler, birkaç ay içinde Güneş’ten daha fazla ısıya maruz
kalacak 67P’de yaşanacak değişimleri çok daha net bir şekilde
gözlemleyebilecek. Mart 2015′te Güneş’e en yakın noktasına erişmesi beklenen
67P, Rosetta tarafından sürekli takip edilecek.
67P yüzeyine 12 Kasım’da inen ancak gölge bir yere sürüklendiği
için uyku moduna geçen Philae’nin ise uyanıp uyanmayacağı belli değil. Philae,
67P’nin Güneş’e giderek yaklaştığı günlerde eriyip yok olabilir.
Uluslararası Uzay İstasyonu’na (UUİ) yerleştirilen 3D yazıcı, ilk
ürününü verdi. Başarıyla sonuçlanan deneme, Dünya dışında gerçekleştirilecek
üretim adına dönüm noktası olarak kabul ediliyor.
UUİ’ye test edilmek için gönderilen ilk 3D yazıcı, bir saat süren
ilk denemede başarılı oldu. Uzay şartlarında 3D yazıcıların nasıl çalışacağını
kontrol etmeyi amaçlayan ilk üretimde, yazıcının üzerinde bulunan bir plakanın
aynısı üretildi. NASA, elde edilen başarının Dünya dışındaki parça üretiminin
geleceği adına kırılma noktasını temsil ettiğini belirtti.
3D yazıcıyı üreten Made in Space firmasının CEO’su Aaron Kemmer,
“Dünya dışında üretilen ilk nesneyi elde ettik… Bu sadece firmamız veya NASA
için değil, tüm insanlık adına çok büyük bir gelişme’ ifadesini kullandı.
Dünya dışında üretilen ilk nesneyi temsil eden plaka, 7.6 x 3.8 cm
ölçülerindeki, Made in Space ve NASA yazısı taşıyan bir plaka. Kemmer, 3D
yazıcının elektronik kartı ve kablolarını taşıyan plakanın kopyasını temsil
eden plakanın sembolik bir önem taşıdığını belirtti.
UZAY KEŞFİ İÇİN KATKILARI ÇOK BÜYÜK
UUİ’de bulunan 42′inci Keşif Görevi ekibi, test süreci boyunca 3D
yazıcının yerçekimsiz ortamda nasıl bir performans gösterdiğini gözlemleyecek.
Üretilen ilk parça dahil gelecekteki denemelerde elde edilecek nesneler,
Dünya’ya gönderilecek ve gerçekleriyle karşılaştırılacak.
3D yazıcı beklenen performansı sunduğu takdirde, uzay istasyonunda
kullanılacak küçük boyutlu eşya ve parçaların üretimi uzayda yapılacak. Bu
sayede Dünya’dan taşınması gereken malzeme miktarı önemli ölçüde azalacağı gibi
maliyetlerde de düşüş yaşanacak.
NASA’nın 3D Yazıcı programının direktörü Niki Werkheiser, ‘uzayda
ihtiyaç olunan parçaları yerinde üretebilmenin tarihi bir gelişme olduğunu’
ifade ederek, “Kulağa bilim-kurgu gibi gelse de, uzaya göndermek istediğimiz
parçaları ateşlemek yerine e-posta ile atabileceğiz” dedi.
Made in Space, 2015 veya 2016 içinde uzay istasyonuna ikinci 3D
yazıcının gönderilebileceğini belirtti. Yıllar içinde elde edilecek tecrübe, 3D
yazıcıları Ay ve Mars görevlerinde ön plana çıkaracak.
Mars’taki ilk misyonun 50’inci yıl dönümünde, ‘Beni Mars’a ışınla’
adlı proje kapsamında kızıl gezegene dünyadaki radyo teleskoplar aracılığıyla
90 bin mesaj gönderilecek. İsteyen fotoğrafını da iletebilecek.
Uwingu adlı ABD uzay fonu firması, NASA’nın Mariner 4 misyonunun
50′inci yılını kutlamak ve ilerideki projeler için fon toplamak amacıyla ilginç
bir girişime imza attı.
“Beni Mars’a ışınla” adlı girişim, meraklılara isimlerini,
istedikleri bir mesajı ve fotoğraflarını 5 ila 99 dolar arasında değişen
fiyatlarla, dijital radyo dalgaları aracılığıyla Mars’a göndermesine olanak
sağlıyor.
Girişime ünlü isimler de ilgi gösterdi. Aktör Seth Green ve Star
Trek dizisinde Mr. Sulu’yu oynayan aktör George Takei de girişme katıldı.
Mesajların aktarımı cuma akşamı başlayacak. Işık hızıyla hareket edecek olan
mesajların Mars’a ulaşımı 15 dakika sürecek.
Ancak projenin organizatörleri, Mars’ta bu mesajları alacak
kimsenin bulunmamasının ise dikkate alınmamasını istiyor.
Mesajların kopyaları, uzay keşiflerine olan desteği göstermek amacıyla ABD
Kongresi, NASA Merkezi’ne ve New York’taki BM’ye de gönderilecek.
Organizatörler, bu sayede Mars’ta mesajları kimse duymasa da insanların
seslerinin dünyada işitileceğini kaydediyor.
Mariner 4 misyonundan bu yana 20′den fazla araştırma robotu Mars
yüzeyine indi. ABD’nin uzun dönemli hedefi Mars yüzeyine insanlı araç
gönderebilmek.
Nature dergisi tarafından geçilen haberde, yeryüzünden 11 bin 500
km kadar yüksekte bulunan ve Van Allen isimli radyasyon kuşağından gelen süper
enerjik katil elektronları durduran görünmez bir kalkanın Colorado Üniversitesi
Boluder Atmosferik Fizik ve Uzay Araştırmaları Laboratuarı’nda görevli bilim
adamalarınca keşfedildiği belirtildi.
ABD’de yayın yapan medya kuruluşlarının konuya ilişkin olarak
verdikleri haberlerde ise zararlı parçacıkların atmosfere düşmesini engelleyen
gizemli kalkanın Uzay Yolu filmindeki teknolojiyi anımsattığına dikkat çekildi.
1958 yılında keşfedilen ve yeryüzünden 40 bin km yüksekte bulunan
Van Allen radyasyon kuşağı yüksek enerji içeren iki ayrı radyasyon halkasından
oluşuyor. Kuşağın iç kısmı yüksek enerjili protonlardan, dış kısmı ise elektronlardan
oluşuyor.
Bilim adamlar Van Allen isimli radyasyon kuşağından gelen süper enerjik katil
elektronların Dünya yörüngesindeki uydulara zarar verebileceğini ve
kozmonotların sağlıklarını da olumsuz yönde etkileyebileceği kanaatinde.
Daha önce yapılan çalışmalarda bu elektronların atmosferin üst
tabakalarına kadar ilerleyip burada hava molekülleri ile etkileşim haline
girdiklerini düşünüyordu. Ancak yapılan son araştırmalar sonucunda katil
elektronların yeryüzünün 11 bin 500 km üzerinde adeta görünmez bir duvara
çarpmak suretiyle durdukları anlaşıldı. Bilim adamları bu durumun Dünya’nın
manyetik alanının katmanlarından biri olan plazma tabakasından kaynaklandığını
düşünüyor.
Buğdaygillerin üretimi önemli derecede arttırılabiliecek.
Uluslararası bilimci grubuna dahil Rus biokimyacılar, bitkilerin enfeksiyondan
daha iyi korunmasına nelerin yardım ettiğini belli etti
Biyokimyacılar, buğday tanesinden patojen bakterilerin büyümesini
engelleyen peptit türünü ayırmayı başardı.Şimdi de bitkilerin zararlı
mikroorganizmaların saldırılarını püskürtmek imkanını veren diğer peptit
türlerini belli etmeye çalışıyor.Bu peptit türleri belli olunca patojen
bakterilere karşı dayanıklı bugdaygil çeşitleri meydana getirilebilecek.
Bitkiler zararlı bakterilerin saldırısına karşı direnebilir. Ama direnişi her
defasında başarılı olmuyor. Bitkiler, enfeksiyonlara karşılık olarak koruyucu
molekülleri oluşturuyor.Patojen, buna tepki göstererek bu molekülleri
parçalayabilen enzimleri üretiyor. Ama Rus bilimcileri, bazı cins buğdayların
patojen bakterilerin tepkisini hemen hemen tümüyle etkisiz hale getirebildiğini
ispatladı.
Rusya Bilimler Akademisi Genel Genetik Enstitüsü ve BioOrganik
Kimya Enstitüsü görevlileri olan bilimciler, Amerikan meslektaşlarıyla beraber
araştırmalar yaparak,patojen bakterilerin bitkiye saldırıyı arttırdığı sırada
bile saldırısına dayanıklı olan peptit türlerini bugday cinslerinden birinin
tanelerinden ayırdı.
Bugdaygillerin azgın bir düşmanı olan fuzarium mantarı toksinleri
ve bitki hücrelerinin çeperlerini bozan enzimleri üreterek bitki dokularıyla
besleniyor. Hastalığa tutulmuş bitkiler mantar kabuğunu yokeden enzimleri
üretmekle kendini savunmaya çalışıyor. O halde mantar, bitkilerin koruyucu
enzimlerini tahrip eden maddeyi sentezliyor.Genel Genetik Enstitüsü görevlisi
Anna Slavohotova, ancak bakterileri yokeden peptitlerin bugdaygillerin ek
koruyucu mekanizması olduğunu kaydederek şunları söyledi: İncelediğimiz bugday
tanelerinden patojen bakterilerin büyümesini aktf olarak engelliyen antimikrop
peptitlerin ayrılması başarıldı. Bu peptitler patojen bakteriler hücreleriyle
etkileşimi sonucunda geçirimliliğini etkilemekle büyümesini durduruyor..
Bilimcilerin tahminlerine göre, bugdaygillerin bu koruyucu
mekanizması tüm bitkilerin genel mekanizması olabilir. Anna Slovohotova bu
konuyu dile getirerek şunları söyledi: Patojen bakterilerle bitkinin etkileşim
modeli konusundaki fikirlerimizi doğrulayacak yeni deneyleri yapmayı
planlıyoruz. Ne bitki türlerinin böyle koruyucu mekanizması olduğunu belli
etmek gerekir. Diğer peptit türlerinin de bitkilerin yenilmez savunma sistemini
olmuşturduğu, ihtimal dışı değil.
NASA, Jüpiter’in uydularından biri olan Europa’da yaşam
formlarının olabileceğine inanıyor. Europa’nın yüzeyini incelemek isteyen NASA,
bunun için 2025’te gezegene bir uzay aracı göndermek istiyor.
ABD Havacılık ve Uzay Dairesi’nde (NASA) görev yapan uzmanlara
göre, yüzeyi buzla kaplı olan Europa’da uygun koşullar oluşmuş ise gezegende
yaşam formları bulunuyor olabilir.
Gezegenimizdeki yaşamın okyanuslarda başladığına dikkat çeken NASA
Astrobiyoloğu Kevin Hand, konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Suyun bulunduğu
yerde genellikle yaşam bulunur” ifadesini kullanarak bu iddianın arkasında
durdu.
Europa’nın Güneş’ten uzak olduğunu ama gezegenin enerji kaynağının
Güneş değil Jüpiter olduğunu belirten Kevin Hand, Europa’nın buzla kaplı
yüzeyinin altında yaşam olma olasılığını Güneş Sistemi’nde bulunan diğer
gezegenlere oranla daha mümkün olduğunu ve bu konuda ellerinde bulunan sınırlı
verilerin umut verici olduğunu belirtti.
NASA, Europa’yı incelemek için gezegene bir uzay aracı göndermek
istiyor. Henüz ABD tarafından kabul edilmeyen projenin onaylanması durumunda
yaklaşık 2 milyar dolara mal olacak seferin 2025 yılında gerçekleşeceği
belirtiliyor.
MARS’TA
HAYAT UZAYDAN NÜKLEER SALDIRI SONUCU YOK OLMUŞ OLABİLİR
Mars’ta
eskiden var olduğu tahmin edilen hayatın, uzaylı uygarlıkların düzenlediği
nükleer saldırı sonucu yok olmuş olabileceği ileri sürüldü.
International Business Insider gazetesinin verdiği habere göre ABD Uzay Füze
Savunması’nın eski çalışanı Plazma Fiziği Profesörü John Brandenburg,
gezegenimize yakın uzay alanında bir zamanlar, Dünya’dakine benzer genç
uygarlıklara düşmanca yaklaşan ve nükleer potansiyele sahip güçlerin veya
yaratıkların olduğunu düşünüyor. Uzman, bu güçlerin nükleer silahla Mars’taki
hayatı yok ettiğini tahmin ediyor.
Gazete,
“Brandenburg, Mars’ta etkileyici nükleer patlamalara dair açık delillerin
bulunduğunu kaydetti. Bu patlamaların, Mars’ın iki kısmı Cydonia ve Utopia’daki
eski yerleşimleri yok ettiğini belirtti. Bilim adamına göre patlamalar,
muhtemelen diğer gezegenlerden gelen gelişmiş varlıklar tarafından planlandı ve
gerçekleştirildi. Gezegen yüzeyinin kızıl rengi, patlamaların olduğunu
kanıtlıyor” diye yazdı.
Haberde
ayrıca NASA uzay aracının, Mars atmosferinde yüksek miktarda Xenon-129
izotoplarının konsantrasyonuna ilişkin veriler aktarmayı başardığı kaydedildi.
Benzer izotop konsantrasyonuna Çernobil faciasına benzer olayların ardından
Dünya’da da rastlanmıştı.
Brandenburg’un
kaleme aldığı çalışmada, “Mars atmosferindeki izotop sayısı, Dünya’daki nükleer
faciaların ardından tespit edilene eşit. Bunu dikkate alarak Mars’ın uzaydan
nükleer saldırı sonucu yük edilen bir uygarlık örneği olabileceğini
söyleyebiliriz” ifadesine yer verildi. tuurkish.ruvr.ru
İngiliz bilim insanları, beyin
taramalarında belli bölgelerin Alzheimer ve şizofreni hastalıklarına direncinin
zayıf olduğunu ortaya koydu.
Araştırmaya göre beyindeki bu bölgenin
ergenlik döneminde gelişiyor ancak yaş ilerledikçe bozulma gösteriyor.
Tıbbi Araştırma Konseyi’nden bir ekibin
yürüttüğü çalışmada, MRI (Manyetik rezonans görüntüleme) makinesi ile 484
gönüllünün beyni tarandı.
Yaşları 8 ile 85 arasında değişen
gönüllülerin yaşlandıkça beyinlerinin nasıl değiştiği takip edildi.
Tarama sonuçlarında beyin
görüntülerinde bazı benzerlikler fark edildi. Buna göre beynin geç gelişen
bölgeleri, aynı zamanda yaşlandıkça gerileme kaydetti.
Araştırmacılar Alzheimer ve şizofreni
hastalarını karşılaştırdığında, beynin aynı kısmının etkilendiğini fark ettiler.
Bu bulgular, ayrı hastalıklar da
olsalar “Alzheimer ve şizofreni arasında bir bağlantı bulunabileceği” şüphesini
kuvvetlendirdi.
Araştırmayı yürütenlerden Profesör Hugh Perry ise bulguları şöyle
değerlendirdi:
“Doktorlar eskiden şizofreniye ‘demans
(bunama) başlangıcı’ derlerdi. Ama bugüne kadar iki hastalığın beynin aynı
bölgesiyle ilgili olduğuna dair hiçbir kanıt sunulamamıştı. Ancak bu geniş
çaplı ve detaylı araştırma, beynin bu bölgesindeki gelişim, yaşlanma ve
hastalıklar üzerine önemli bulgular ortaya koyuyor.”
Ortaya konulan bulguların, bu tür
hastalıkların erken teşhisi için önemli olduğu kaydediliyor.
Ancak şu anda doktorların beynin
bölgesine bakarak kimlerin Alzheimer ya da şizofreniye yakalanabileceğini
tespit etmesi zor görünüyor.
Bunu mümkün kılabilmek için
“araştırmanın derinleştirilmesi gerektiği” ifade ediliyor.
Çalar saatimiz bizi uyandırdığında kapatıp geri yattığımız, o
sırada kısa bir rüya bile gördüğümüz çok olmuştur.
Fakat rüyamızda kısa bir sohbet ya da
küçük bir yürüyüş bile görmüş olsak tekrar uyandığımızda bir saat geçmiş
olduğunu fark ederiz. Nasıl oluyor da bu kadar az olay bu kadar uzun zamanda
yaşanıyor diye merak etmişizdir.
Araştırmacılar, “bilinçli rüya görenler”
olarak adlandırılan ve uykudayken beyinlerini kontrol edebilen kişileri
inceleyerek yeni bir yöntemle bu sorunun yanıtını bulabileceklerini düşünüyor.
Bu kişilerin rüya deneyimleri, uykudayken kendimizi gıdıklamak mümkün mü gibi
ilginç soruları da gündeme getiriyor.
Rüyada ölünebilir
mi?
Bilinçli rüya görme olgusu, uyku
halindeki zihinle ilgili bilgi edinmemizde uzun süredir önemli bir rol oynuyor.
Rüya konusunda ilk araştırmayı yapanlardan biri 19. yüzyıl Fransız
aristokratlarından Marki Saint-Denys oldu. Bu kişi 13 yaşındayken rüyalarının
gidişatını yönlendirebildiğini fark etmiş ve yıllarını, uyuyan zihnin
sınırlarını keşfetmeye adamıştı.
Marki’nin yoğunlaştığı konulardan biri,
rüyasında yüksek binaların tepesinden atlayarak kendi ölümünü görüp görmeyeceğini
araştırmaktı. Hiçbir zaman bunu başaramadı; her defasında sahne değişiyor, o
kötü son gerçekleşmiyordu.
Rüyalarında, gezdiği yerleri ve
buralarda karşılaştığı insanları gördüğünü fark eden Marki, rüyaların parça
parça anılardan oluştuğu sonucuna vararak yaşadığı dönemdeki en rasyonel rüya
tanımlarından birini yapmış oldu.
Bu alandaki çalışmalar bakımından önem
taşıyan bir diğer insan da Mary Arnold-Forster oldu. Bilinçli rüyalarla ilgili
1920’lerde yazdığı kitabında, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili korkunç
kâbuslardan kaçınmak için kontrollü rüyalarını kullandığını yazıyordu.
Rüyada gıdıklanma
Marki ve Forster’in çalışmaları
çoğunlukla göz ardı edildi, tıpkı bilinçli rüyalar konusundaki araştırmalar
gibi. Daha sonraki dönemde daha “ciddi” olduğu düşünülen konular üzerinde
duruldu.
Fakat son yıllarda nörologlar bilinçli
rüyalara benzer ilginç deneylere başladı. Bir süre önce Almanya’da Gutenberg
Üniversitesi’nden Jennifer Windt, kontrollü rüya görenlerin rüyalarında kendi
kendilerini gıdıklamalarının mümkün olup olmadığını araştırmaya koyuldu.
Böylece rüyalardaki farkındalık derecesi ölçülebilecekti.
Uyanıkken yaptığımız şeyin farkında
olduğumuz için kendimizi gıdıklamamız söz konusu olamaz. Yani beynimiz,
başkasının beklemediğimiz bir anda gıdıklamasıyla gülmekten kırılmamıza yol
açacak bir uyarıyı bastırıyor. Bilinçli rüyalarda da benzer bir durumun söz
konusu olduğu anlaşıldı. Denekler gıdıklanmıyordu. Bu ise o sırada kişilerin
bedenlerinden ve uyarıdan haberdar oldukları, bu nedenle tepkinin sınırlandığı
anlamına geliyor.
Deneyi yapan Windt ayrıca deneklerden
rüyalarında gördükleri diğer kişilerin kendilerini gıdıklamasını da istemiş.
“Rüya karakterleri çoğu kez bunu reddetti, kendi iradeleri varmış gibi
davrandı,” diyor Windt. İsteneni yaptıklarında ise rüya gören kişi bakımından
gıdıklamanın etkisi sınırlı olmuş, bu ise rüya görenin beyninin diğer rüya
karakterleri üzerinde kontrolü olduğunun farkında olması olarak yorumlanmıştı.
İpucu gözlerde
Rüyada zamanın akışı sorununu incelemek
ise daha zordu. Ta ki Bern Üniversitesi’nden Daniel Erlacher usta bir deneyle
ortaya çıkıncaya kadar.
Erlacher, beynin farklı eylemleri hayal
etme biçimini araştırıyordu. Örneğin rüyamızda koşarken, gerçek hayatta
koştuğumuzda aktif olan bölgelerin aynısı mı harekete geçiyordu? Erlacher’in
ilk deneyleri öyle olduğunu gösteriyor, fakat nasıl oluyorsa bitkin bir tepki
ortaya çıkıyordu.
Bu durumu daha iyi anlamak için,
bilinçli rüya görenlerden oluşan bir grubu, özel donanımlı laboratuvarına
çağırdı. Onlardan, rüyalarında çeşitli aktivitelerde bulunmalarını istedi;
rüyalarında 10 adım atmak, 30’a kadar saymak ya da çeşitli jimnastik
hareketleri yapmak gibi.
Bu eylemlerin süresini ölçmek için rüya
halindeki zihnin ilginç bir özelliğini kullandı. Beden hareketsiz, felç halinde
olmakla birlikte göz hareketleri bir şekilde beden hareketlerini taklit etmeye
yöneliyordu. Böylece denekler göz hareketleriyle, yapmaları istenen aktivitenin
başlangıç ve bitiş zamanını ele veriyordu.
Rüyada antrenman
Erlacher’in tahmin ettiği gibi, deneklerin
rüyasında bu aktiviteleri tamamlaması gerçek hayattan yüzde 50 daha uzun
sürüyordu. Yani farkında olmasalar da bu aktiviteleri ağır çekim halinde
yapıyorlardı. Fakat uyandıklarında denekler, bu aktiviteleri yaparken tıpkı
gerçek hayatta yapıyormuş gibi hissettiklerini belirtiyordu.
Bu durum neden kısa bir rüyanın uzun
zaman aldığını açıklayabilir. Fakat yine de Erlacher bu olguyu açıklamakta
zorluk çekiyor; nedenini, uyku sırasında beynin bilgileri işleme koymasının
daha uzun sürmesine bağlıyor.
Erlacher’in araştırmasının pratik
yararları da olabilir; örneğin atletlerin bilinçli rüya yöntemiyle ekstra
antrenman yapmaları mümkün olabilir mi diye bakılıyor. Uyku esas olarak
hafızayı pekiştirmede önemli bir işlev görüyor. O halde rüyada yapılan alıştırmaların
yeni becerileri pekiştirmesi olanaklı olabilir. Bu özellik, atletlerin de
örneğin herhangi bir sakatlanma sonrasında fiziksel olarak antrenman
yapamayacak durumdayken rüyada çalışmalarına devam etmesinde kullanılabilir.
Erlacher bu konuda yapılan deneylerdeki
antrenmanları “oldukça etkili; gerçek talimlerden daha kötü, ama tek başına
zihinsel provalardan daha iyi” şeklinde değerlendiriyor.
Kanada’daki
bir müzede 75 yıl boyunca saklanan fosillerin, daha önce benzerine rastlanmamış
yeni bir tür boynuzlu dinozora ait olduğu ortaya çıktı. Dinozora Pentaceratops aquilionius adını
verildi.
Müzedeki fosillerin daha önce farklı
bir dinozor türüne ait olduğuna inanılıyordu.
Bath Üniversitesi’nden Nick Longrich
ise fosillerin Amerika’nın güneybatısında yaşadığı düşünülen otobur
Pentaceratops dinozorlarının farklı bir türüne ait olduğunu keşfetti.
Pentacerotops dinozorları, kendilerine
benzer boynuzlu otobur Triceratops ailesinden geliyor.
Araştırmanın ayrıntıları Cretaceous
Research adlı dergide yayımlandı.
“Daha keşfedilmemiş çok dinozor var”
Sığır büyüklüğündeki bu yeni tür
boynuzlu dinozorun yaklaşık 75 milyon yıl önce yaşadığı belirtildi.
Araştırmacı Dr. Longrich, Kanada’daki
müzede bulunan koleksiyonda incelediği farklı bir boynuzlu dinozorun da,
Kosmoceratops ailesine ait yeni bir tür olduğunu keşfetti.
Longrich, “Türlerin çoğunu
keşfettiğimizi düşünüyorduk ama görünen o ki, daha keşfedilmemiş çok dinozor
var. Dinozor türlerinin sayısı çok yüksek. Biz yalnızca bir kısmına ulaştık”
dedi.
Dinozorlar, Kretase Dönemi’nin sonunda
Kuzey Amerika’da yaşıyordu.
Dr. Longrich, bölgenin kuzeyinde ve
güneyinde farklı türler yaşamasına rağmen iki bölge arasında değişim olduğunu
söylüyor.
Dinozorlar, kıtanın bir bölgesinden
diğerine geçiyor ve yeni türler oluşuyordu.
Dünyada Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu (AIDS) yüzünden yaklaşık 40
milyon kişi hayatını kaybetti. 35 milyon kişi de İnsan Bağışıklık Yetmezlik
Virüsü (HIV) ile yaşıyor. Dünyanın her tarafından bilim adamları bu virüse
karşı savaşıyor. Hastalığın bulaşmasını engelleyen bir aşı üretmeye çok
yakınlar. Bu programda AIDS ile savaşın ön saflarına gideceğiz.
HIV aşısı için araştırma biraz farklı bir mekanda başlıyor.
Barcelona AIDS karşıtı aktivistler için toplumla iletişime geçme
açısından uygun bir yer.
Ferran Pujol, BCN Direktörü: “1986 yılında HIV virüsü
taşıdığım ortaya çıktı. O zaman bir tedavisi yoktu. Tam bir şoktu benim için.
Fakat böylece ben de aktif olarak sorunun çözümü için araştırmanın bir parçası
oldum. Araştırmacılar hastanelerde örnek bulmakta zorlanmıyorlar. Ancak hasta
olmayan kişilere ulaşmak ve onlar üzerinde araştırma yapmak için sadece sokağa
çıkıp bunu yapamazlar. Bunun gibi merkezler sayesinde çalışmalarımızı daha
kolay yürütüyoruz. Binlerce kişi buralara gelerek bize harika araştırma
malzemesi sağlıyor.”
Bu kentte virüsün bulaşma oranı diğer bölgelere göre hayli fazla.
İnsanların hızlı bir şekilde HIV testi yapmaları için kampanyalar
yürütülüyor. Bu merkez de onlardan biri. Yüzlerce kişi kan örneklerini
araştırmacılarla paylaşıyor. Bu bilim adamları için bulunmaz bir kaynak.
Christian Brander öncülüğündeki bir grup bilim adamı bağışıklık
sistemleri virüse farklı tepki veren insanlar üzerinde çalışmalarını yürütüyor:
“Eğer HIV virüsünün bulaşmasına karşı korunabilen kişileri
tanımlayabilirsek sonrasında bu veriyi, herkesin korunması için yeni bir aşı
üretilmesinde kullanabiliriz. Bağışıklık sistemleri virüse karşı özel tepki
veren bazı örnekler üzerinde çalışıyoruz. Bu konu daha fazla çalışmayı
gerektiriyor. Fakat bu kesinlikle yeni bir aşıya ulaşılması konusunda yardımcı
olacaktır. Laboratuvarda kandaki özel savunma hücreleri örneklerini alıyoruz ve
onları virüsün bölümleri ve parçalarıyla uyarıyoruz. Sonra da buna hangi
hücrenin tepki verip vermediğini görüyoruz. Bu çok önemli. Çünkü biz BCN merkezinden
gelen sağlıklı insanların HIV’e maruz kaldıklarında daha fazla koruyucu
hücreye sahip olup olamayacakları konusunu anlamak istiyoruz. Böylece hastalığı
virüsün bulaşmadığı insanlarla bunu karşılaştırma olanağına sahip oluyoruz.
Sonrasında bu ikisi arasındaki farkın ne olduğunu kendimize soruyoruz?. Şu anda
önleyici bir aşı üzerinde çalışıyoruz. Test ettiğimizse bağışıklık sisteminin
tepkisi. Aşı yapmadan bunu verdiğimiz insanların vücudu buna nasıl tepki
veriyor onu görmek istiyoruz.”
Aşılar mevcut
enfeksiyona karşı savaşta kullanılabilir, fakat bu araştırmadaki ilk amaç
virüsün insana bulaşmasını engellemek için bağışıklık sisteminin güçlendirmek.
Laboratuvarda üretilen
aşıları insanlar üzerinde denemeden önce bilim adamları bunun güvenli olduğunu
ve insanın bağışıklık sistemine olumlu etkide bulunduğunu test etmeleri
gerekiyor.
Àlex Olvera,
IrsiCaixa, Araştırmacı:
“Çalışma protokolümüze göre önce farelerin bağışıklık sistemlerinde bunu
ölçüyoruz. Onların dalağından beyaz kanı alarak standart immünolojik
parametreleri ölçüyoruz.”
Araştırmacılar
dünyanın birçok noktasından meslektaşlarıyla iletişime geçerek ortak çalışmalar
yürütüyor.
Denis Loctier, euronews:
“Etkili aşı üretmek Avrupa araştırma projesinin amaçlarından sadece bir tanesi.
Şimdi Paris’teyiz. Buradaki araştırmacılar iğne kullanmadan HIV virüsüne
karşı üretilen aşının insan derisine nasıl uygulanacağını inceliyor.”
Ameliyatlardan
geriye kalan deriler Pierre ve Marie Curie Üniversitesi’nde araştırmacıların
iğne kullanmadan ağrısız aşı yöntemini geliştirmeleri için kullanılıyor.
Peki iğnesiz
aşı nasıl yapılıyor? Önce derideki tüyler yapışkan bantla temizleniyor, böylece
aşının derinin altına nüfuz etmesi sağlanıyor.
Derinin
dışından uygulanan aşının etkinliğinin arttırılması amaçlanıyor. Bilim adamları
da deri örneklerinin mikroskopla inceleyerek yöntemlerinin başarılı olup
olmadığını görüyor.
Jessica Gonnet, CIMI-Paris, Araştırmacı:
“Bir mikroskop sayesinde insan derisine nüfuz eden aşı moleküllerinin yerini ve
miktarını görebiliyoruz.
Bu analiz
aşının nanoskopik parçacıklarının hedeflenen hücrelere başarıyla ulaştığını
gösteriyor.
Denis Loctier,
euronews:
“İğnesiz aşının avantajları var. Fakat bu klinik ortamında etkili olacak mı?
Londra’da devam eden klinik çalışmalarında bu sorunun cevaplanması gerekiyor.”
Nick altı ay boyunca iğnesiz aşı programını kabul eden 30 gönüllüden biri:
“Kanımda HIV virüsü bulunmuyor. Onun için bu çalışmaya katılabilirim.
Fakat ‘HIV pozitif’ olan arkadaşlarım var. Bu çalışmalara uzun zamandır
destek veriyorum. Böylece daha fazlasını yapabiliyorum. Bu gerçekten hiç
acımadı. Sadece kolunuzu 20 dakika yukarıda tutmanız gerekiyor. Aşının
kurumasını bekliyorsunuz. Bu gerçekten çok kolay bir yöntem. Ben de oldukça
rahattım, çünkü iğnelerden biraz çekiniyorum.”
Goli Haidari,
CUT’HIVAC, Araştırmacı:
“Buraya kabul ettiğimiz kişiler genelde sağlıklı. Yaşları 18-45 arasında
değişiyor Hiçbir önemli sağlık sorunu olmayan kişiler. Onların bağışıklık
sistemlerine etki edecek herhangi bir ilaç kullanmayanları programa alıyoruz.
Bu yöntemin en harika olan yanı iğnesiz aşı olması. Çok cezbedici bir yol.
Normalde yapılan bir aşı kasın derinine kadar nüfuz eder ve oldukça acı verir,
bu da birkaç gün devam edebilir. Bu oldukça yeni. Geliştirilen harika bir
yöntem. Şimdiye kadar bütün katılımcılar bu yöntemin uygulanmasından oldukça
memnun. Bu biraz uzun zaman alıyor. Çünkü deriyi hazırlamamız gerekiyor. Sonra
da aşının kurumasını bekliyoruz. Katılımcılar bu bölgeyi 24 saat yıkayamıyor.
Bunu katılımcılara uygulamaya çalıştığımızda karşılaştığımız potansiyel
dezavantajları bunlar.”
Araştırmacılar
bir çalışma prosedürünü takip ederek aşı öncesi
onların sağlık değerlerini ölçüyor, derilerinin durumlarını inceliyor.
Robin Shattock,
Imperial College, Profesör:
“Kan testinde gördüğünüz gibi kırmızı kan tüpün en altına indi. Beyaz kan
hücreleri arasında ince bir çizgi var. Bu beyaz kan hücrelerinin aşıya tepki
vermesini umuyoruz. Kesinlikle şu anda ilk örnek aşamasındayız. Şu anda
gördüğünüz şey, eğer bu başarılı olursa sonra onu arıtacağız. Bu belki küçük
bir aşı örneği olabilir ve herhangi bir uzman yardımına gerek olmadan deriye
uygulanabilir.”
Yeni aşı ve yeni iğnesiz aşı AIDS’e karşı korunmada uyumlu bir savunma
sistemini oluşturabilir. Hedef, geliştirilen bu yöntemler sayesinde Avrupa’dan
Afrika’ya dünyanın her yanında ölümlere neden olan bu virüse karşı savaşta bir
adım daha ilerlemek.