28 Kasım 2014 Cuma

BİLİM DÜNYASINI AYAĞA KALDIRAN DNA

İsviçre’de Zürih Üniversitesi’nde görev yapan bilim insanlarının yaptıkları deneyin sonuçları, bilim dergisi “PLOS ONE”da yayımlandı.
Bilim insanları 2011 yılında bir misyon çerçevesinde uzaya fırlatılan “TEXUs-49″ isimli roketin dış yüzeyine, korumasız bir şekilde DNA molekülü yapıştırdı.
İsviçreli bilim insanları büyük şaşkınlığı ise, “TEXUS-49″ roketinin atmosferi geçerek uzayda süren 13 dakikalık uçuşu sonrası dünyaya dönüşünde yaşadı.
Roketin yüzeyine korumasız yapıştırılan DNA molekülünde yaşam belirtileri bulunmaktaydı. DNA molekülü 1000 santigradlık bir sıcaklıktan geçerek, yeryüzünden 268 kilometre uzaklaşmasına rağmen yüzde 53.4′ü zarar görmemişti ve yaşam belirtilerine sahipti.
Araştırma ekibinden Cora Thiel, DNA molekülünün yüzde 35 oranında biyolojik fonksiyonlarını koruduğunu belirterek, “Bu kadar fonksiyonel ve bozulmamış bir DNA molekülüyle karşılaşacağımızı tahmin etmiyorduk. Bu bizim için büyük bir sürpriz oldu” dedi.
İsviçreli bilim insanı Cora Thiel, TEXUS-49′un dış yüzeyine yapıştırılan DNA molekülünü uzayda birçok faktörün koruduğunu belirtti. Thiel, uzay boşluğundaki aşırı kuruluk ve sonrasında yüksek tuz oranının DNA molekülünü koruduğunu söyledi.
Bilim insanları bu araştırmanın, uzayda yaşam belirtisi aramak için yapılacak araştırmalarda çığır açacağını belirtiyor.


ANTARTİKA’ DA BUZULLAR AKILLI KAPSÜLLE İNCELENECEK


Antarktika’nın buzullarını incelemek adına 3 boyutlu haritalama sistemi bulunan bir kapsül geliştirildi. Deniz altında seyir edecek ve buzulların yapısıyla ilgili bilgi toplayacak olan aracın temelleri 2010 yılında RRS araştırma gemisi tarafından atılmıştı.
Deniz altında ilerleyecek akıllı araç güneş enerjisiyle çalışıyor ve 500 bin metre karelik bir alanın haritasını çıkartmak adına görev alıyor.
Araştırmacılardan Doktor Jeremy Wilkinson ise Antarktika’nın buzullarını uydudan alınan görüntülerle bir yap poz gibi birleştirerek haritalaştıracaklarını belirtti:
“Burada yapmak istediğimi şey yüzeyin haritalama sistemiyle deniz altındaki buzulların uyumlu olup olmadığını ortaya çıkartmak. Yüzey görüntülerini uydulardan temin edeceğiz. Su altında kalan kısımları ise bu araçla inceleyip kalınlıklarını ölçeceğiz. Uzaydan dünyaya bakıldığında denizlerde bulunan buzullar bembeyaz görünür. Bu beyazlık güneş ışınlarını yansıtması açısından çok önemli. Ancak kutuplardan buzulları kaldırdığınızda buraya vuran güneş ışınları tüm dünyayı ısıtır.”
Bu yolla araştırmacılar küresel ısınmanın dünyamıza olan etkilerini gözlemleyebilecekler. Doktor Jeremy Wilkinson, haritalama sistemi sayesinde buzullardaki dramatik erimenin nedenini bulacaklarını belirtti.


ÇERNOBİL’ DE FACİA SONRASI İLK BOZ AYI

Çernobil’de nükleer faciadan bu yana ilk defa radyasyondan etkilenen bölgede boz ayılar görüntülendi.
Ukrayna’nın Çernobil kentindeki nükleer tesislerde Nisan 1986′da büyük bir patlama yaşanmış, tesislerin etrafındaki yaklaşık 2 bin 600 kilometrelik alan radyasyon sebebiyle boşaltılmıştı.
Bölgede yaşayan 110 bin kişi başka yerlere yerleştirilmişti.
Bir grup bilim insanı, beş yıllık bir proje kapsamında boşaltılan alanda radyasyonun doğaya etkilerini takip ediyor.
Daha önce bölgede boz ayıların varlığına dair bazı ipuçlarına rastlanmıştı — ancak neredeyse 100 yıldır kimse onları görmedi.
Bölgeyi izleyen ekibin lideri Mike Wood, BBC’ye şunları söyledi:
“Ukraynalı meslektaşımız Sergey Gaşçak’ın boşaltılmış alana yerleştirdiği kameralar son birkaç aydır görüntü topluyordu. Bölgede doğal yaşamı inceliyorduk. Ve Ekim ayındaki kayıtlardan birinde boz ayıya rastladık.”
“Daha önce de bölgede boz ayıların yaşadığı öne sürülüyordu. Ama bildiğimiz kadarıyla bu iddia ilk defa görüntülü olarak kanıtlandı.”


UZAY TURİZMİ 2015′ TE BAŞLIYOR

Yer çekimsiz ortamda yaklaşık 7 dakika geçirmek için Türkiye’den de 8 kişinin başvurduğu uzay seyahatinin ilki, gelecek yılın ilk yarısında yapılacak.
SCX şirketinin X-Cor Lynx Uzay Roketi’nin Türkiye temsilciliğini üstlenen VIP Turizm Yönetim Kurulu Başkanı Ceylan Pirinçcioğlu, yaptığı açıklamada, 4 yıl önce planlanan uzay yolculuğunun ilk uçuşunun bu yılın sonunda yapılmasının öngörüldüğünü ancak bazı eksiklikler nedeniyle 2015′in ilk yarısına ertelendiğini söyledi.
Uzaya gönderilecek roketin çok farklı bir teknolojiye sahip olduğunu belirten Pirinçcioğlu, “Yerden roket olarak kalkıyor ve kendisi iniyor. Bu, uzay turizminin birinci adımı” dedi.
Uzaya gideceklerin yaklaşık 7 dakika yer çekimsiz ortamda kalacağını aktaran Pirinçcioğlu, “Yerküreden hareket, dönüş toplam bir saatlik heyecan. Çok ilgi duyuluyor. Uzay turizmi için şu anda dünyada bin kişi bunu talep etmiş ve parasını vermiş. Uzaya yolculuk yapmak isteyen on binlerce kişi daha var. Türkiye’den de gitmek isteyenler var. Parasını yatıran 8 kişi bulunuyor. Bir seyahatin bedeli 100 bin dolar” diye konuştu.


JÜPİTER’ İN UYDULARI 2030 DA KEŞFEDİLECEK

Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) Jüpiter ve uydularını keşfetmek için hazırladığı JUICE projesi, uygulamaya konulmak için onay aldı. Proje, 2022 yılında JUICE keşif aracının ateşlenmeyi, 2030′da Jüpiter ve uydularını yeniden keşfedilmeye amaçlıyor.
Jüpiter Buzul Uyduları Kaşifi olarak adlandırılan JUICE projesi, ESA Bilim Programı Komitesi tarafından onaylanarak uygulama aşamasına geçti. Jüpiter’e Gallileo uzay aracı ardından düzenlenecek en büyük görev olacak JUICE, 2022′de ateşlenecek. Jüpiter sistemine 2030 yılında ulaşması beklenen JUICE, Jüpiter’in atmosferini ve uydularını inceleyecek.
JUICE, görevi kapsamında Jüpiter’in buzul uyduları Ganymede, Europa ve Callisto’yu ziyaret edecek. Güneş Sistemi’nin en büyük uydusu olan ve bu özelliğiyle Merkür’den bile geride bırakan Ganymede’in yörüngesine girecek olan JUICE, bir buzul uydunun yörüngesinde gözlem yapacak ilk uydu olacak.
Jüpiter ve uyduları hakkında birçok önemli bilgiye ulaşılmasını sağlayacak JUICE, gelecekte koloni haline getirilmesi düşünülen Europa’ya daha yakından bakmamızı sağlayacak. JUICE görevi, aynı zamanda en büyük uluslararası çalışmalardan biri olacak. 16 ülkenin katkıda bulunacağı görevde İtalya, Fransa ve Almanya’nın yanı sıra Belçika, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Yunanistan ve İsviçre de bulunacak.
ESA tarafından önerilen Jüpiter görevleri arasından 2012′de seçilen JUICE görevine, ABD ve Japonya da finansal destek verecek. JUICE, birçok kamera, spektrometre, bir radar, bir irtifa ölçer, deney cihazları ve alıcılar taşıyacak.


RUS BİLİM ADAMLARI YAŞLILIK ERTELENEBİLİR

Moskova Devlet Üniversitesi’nden Dr. Maxim Skulaçev ve ekibi, yeni bir antioksidan türünü kullanarak geliştirilecek hap sayesinde insanların 120 yaşına kadar yaşayabileceğini öne sürdü.
Rus bilim adamları, bu antioksidanın, temel görevi biyolojik enerjinin sağlanması olan, yaşlanmayı tetikleyen, kalp krizi ve Alzheimer ile bağlantılı hücredeki mitokondriyi etkilediğini belirtti.
Yaşlanma sürecini yavaşlattığı öne sürülen yeni “formül” fareler, balıklar ve köpekler üzerinde denendi.
Skulaçev, formül sayesinde hayvanlarda yaşlılığa bağlı birçok hastalığın çok yavaş ortaya çıktığını vurguladı. Bilim adamı, başka araştırmaların da olumlu sonuç vermesi halinde yaşlılığın artık ertelenebileceğini ifade etti.
Ancak Skulaçev, 800 yıl yaşamanın mümkün olabileceğine inanmadığını, büyük ihtimalle gelecekte yeni hastalıkların ortaya çıkacağını söyledi.
Konuya ilişkin makale Daily Mail dergisinin internet sitesinde yayımlandı.


ROSETTA KUYRUKLU YILDIZDA TOZ VE ISI GÖRÜNTÜLEDİ

Philae göreviyle bir ilki başaran Rosetta uzay aracı, yörüngesinde yer aldığı 67P/Churyumov–Gerasimenko kuyrukluyıldızından yükselen toz ve ısıyı görüntüledi.
Rosetta uzay aracı, Güneş’e yaklaşmasıyla beraber yüzeyindeki hareketlilik de artan 67P kuyrukluyıldızından uzaya saçılan toz ve ısıyı gözlemlemeyi başardı. Avrupa Uzay Ajansı (ESA), 67P’nin Güneş’e yaklaştıkça etrafında bir ‘atmosfer’ gelişiyor olabileceğini belirtti.
ESA, 26 Kasım’da elde edilen fotoğraf hakkında yaptığı açıklamada, ‘fotoğrafın alt kısmının üstteki yayılımın görüldüğü yere kıyasla silüet gibi kaldığı, çekirdekten yayılan gaz ve tozların gök cisminin parlak köşelerinde atmosfer oluşumuna benzerlik gösterdiği’ ifade edildi. Öte yandan, NAVCAM cihazının optiklerinden kaynaklanıyor ve beyaz parçacıkların toz ve diğer küçük kozmik materyali temsil ediyor olabileceği belirtildi.
Gökbilimciler, birkaç ay içinde Güneş’ten daha fazla ısıya maruz kalacak 67P’de yaşanacak değişimleri çok daha net bir şekilde gözlemleyebilecek. Mart 2015′te Güneş’e en yakın noktasına erişmesi beklenen 67P, Rosetta tarafından sürekli takip edilecek.
67P yüzeyine 12 Kasım’da inen ancak gölge bir yere sürüklendiği için uyku moduna geçen Philae’nin ise uyanıp uyanmayacağı belli değil. Philae, 67P’nin Güneş’e giderek yaklaştığı günlerde eriyip yok olabilir.


3D YAZICIYLA DÜNYA DIŞI İLK ÜRETİM

Uluslararası Uzay İstasyonu’na (UUİ) yerleştirilen 3D yazıcı, ilk ürününü verdi. Başarıyla sonuçlanan deneme, Dünya dışında gerçekleştirilecek üretim adına dönüm noktası olarak kabul ediliyor.
UUİ’ye test edilmek için gönderilen ilk 3D yazıcı, bir saat süren ilk denemede başarılı oldu. Uzay şartlarında 3D yazıcıların nasıl çalışacağını kontrol etmeyi amaçlayan ilk üretimde, yazıcının üzerinde bulunan bir plakanın aynısı üretildi. NASA, elde edilen başarının Dünya dışındaki parça üretiminin geleceği adına kırılma noktasını temsil ettiğini belirtti.
3D yazıcıyı üreten Made in Space firmasının CEO’su Aaron Kemmer, “Dünya dışında üretilen ilk nesneyi elde ettik… Bu sadece firmamız veya NASA için değil, tüm insanlık adına çok büyük bir gelişme’ ifadesini kullandı.
Dünya dışında üretilen ilk nesneyi temsil eden plaka, 7.6 x 3.8 cm ölçülerindeki, Made in Space ve NASA yazısı taşıyan bir plaka. Kemmer, 3D yazıcının elektronik kartı ve kablolarını taşıyan plakanın kopyasını temsil eden plakanın sembolik bir önem taşıdığını belirtti.
UZAY KEŞFİ İÇİN KATKILARI ÇOK BÜYÜK
UUİ’de bulunan 42′inci Keşif Görevi ekibi, test süreci boyunca 3D yazıcının yerçekimsiz ortamda nasıl bir performans gösterdiğini gözlemleyecek. Üretilen ilk parça dahil gelecekteki denemelerde elde edilecek nesneler, Dünya’ya gönderilecek ve gerçekleriyle karşılaştırılacak.
3D yazıcı beklenen performansı sunduğu takdirde, uzay istasyonunda kullanılacak küçük boyutlu eşya ve parçaların üretimi uzayda yapılacak. Bu sayede Dünya’dan taşınması gereken malzeme miktarı önemli ölçüde azalacağı gibi maliyetlerde de düşüş yaşanacak.
NASA’nın 3D Yazıcı programının direktörü Niki Werkheiser, ‘uzayda ihtiyaç olunan parçaları yerinde üretebilmenin tarihi bir gelişme olduğunu’ ifade ederek, “Kulağa bilim-kurgu gibi gelse de, uzaya göndermek istediğimiz parçaları ateşlemek yerine e-posta ile atabileceğiz” dedi.
Made in Space, 2015 veya 2016 içinde uzay istasyonuna ikinci 3D yazıcının gönderilebileceğini belirtti. Yıllar içinde elde edilecek tecrübe, 3D yazıcıları Ay ve Mars görevlerinde ön plana çıkaracak.


BENİ MARS’ A IŞINLA

Mars’taki ilk misyonun 50’inci yıl dönümünde, ‘Beni Mars’a ışınla’ adlı proje kapsamında kızıl gezegene dünyadaki radyo teleskoplar aracılığıyla 90 bin mesaj gönderilecek. İsteyen fotoğrafını da iletebilecek.
Uwingu adlı ABD uzay fonu firması, NASA’nın Mariner 4 misyonunun 50′inci yılını kutlamak ve ilerideki projeler için fon toplamak amacıyla ilginç bir girişime imza attı.
“Beni Mars’a ışınla” adlı girişim, meraklılara isimlerini, istedikleri bir mesajı ve fotoğraflarını 5 ila 99 dolar arasında değişen fiyatlarla, dijital radyo dalgaları aracılığıyla Mars’a göndermesine olanak sağlıyor.
Girişime ünlü isimler de ilgi gösterdi. Aktör Seth Green ve Star Trek dizisinde Mr. Sulu’yu oynayan aktör George Takei de girişme katıldı. Mesajların aktarımı cuma akşamı başlayacak. Işık hızıyla hareket edecek olan mesajların Mars’a ulaşımı 15 dakika sürecek.
Ancak projenin organizatörleri, Mars’ta bu mesajları alacak kimsenin bulunmamasının ise dikkate alınmamasını istiyor.
Mesajların kopyaları, uzay keşiflerine olan desteği göstermek amacıyla ABD Kongresi, NASA Merkezi’ne ve New York’taki BM’ye de gönderilecek. Organizatörler, bu sayede Mars’ta mesajları kimse duymasa da insanların seslerinin dünyada işitileceğini kaydediyor.
Mariner 4 misyonundan bu yana 20′den fazla araştırma robotu Mars yüzeyine indi. ABD’nin uzun dönemli hedefi Mars yüzeyine insanlı araç gönderebilmek.


BİLİM ADAMLARI DÜNYAYI ZARARLI ELEKTRONLARDAN KORUYAN GÖRÜNMEZ BİR KALKAN KEŞFETTİ


Nature dergisi tarafından geçilen haberde, yeryüzünden 11 bin 500 km kadar yüksekte bulunan ve Van Allen isimli radyasyon kuşağından gelen süper enerjik katil elektronları durduran görünmez bir kalkanın Colorado Üniversitesi Boluder Atmosferik Fizik ve Uzay Araştırmaları Laboratuarı’nda görevli bilim adamalarınca keşfedildiği belirtildi.
ABD’de yayın yapan medya kuruluşlarının konuya ilişkin olarak verdikleri haberlerde ise zararlı parçacıkların atmosfere düşmesini engelleyen gizemli kalkanın Uzay Yolu filmindeki teknolojiyi anımsattığına dikkat çekildi.
1958 yılında keşfedilen ve yeryüzünden 40 bin km yüksekte bulunan Van Allen radyasyon kuşağı yüksek enerji içeren iki ayrı radyasyon halkasından oluşuyor. Kuşağın iç kısmı yüksek enerjili protonlardan, dış kısmı ise elektronlardan oluşuyor.
Bilim adamlar Van Allen isimli radyasyon kuşağından gelen süper enerjik katil elektronların Dünya yörüngesindeki uydulara zarar verebileceğini ve kozmonotların sağlıklarını da olumsuz yönde etkileyebileceği kanaatinde.
Daha önce yapılan çalışmalarda bu elektronların atmosferin üst tabakalarına kadar ilerleyip burada hava molekülleri ile etkileşim haline girdiklerini düşünüyordu. Ancak yapılan son araştırmalar sonucunda katil elektronların yeryüzünün 11 bin 500 km üzerinde adeta görünmez bir duvara çarpmak suretiyle durdukları anlaşıldı. Bilim adamları bu durumun Dünya’nın manyetik alanının katmanlarından biri olan plazma tabakasından kaynaklandığını düşünüyor.


BUĞDAYGİLLERİN ÜRETİMİ ÖNEMLİ DERECEDE ARTTIRILABİLECEK

Buğdaygillerin üretimi önemli derecede arttırılabiliecek. Uluslararası bilimci grubuna dahil Rus biokimyacılar, bitkilerin enfeksiyondan daha iyi korunmasına nelerin yardım ettiğini belli etti
Biyokimyacılar, buğday tanesinden patojen bakterilerin büyümesini engelleyen peptit türünü ayırmayı başardı.Şimdi de bitkilerin zararlı mikroorganizmaların saldırılarını püskürtmek imkanını veren diğer peptit türlerini belli etmeye çalışıyor.Bu peptit türleri belli olunca patojen bakterilere karşı dayanıklı bugdaygil çeşitleri meydana getirilebilecek.
Bitkiler zararlı bakterilerin saldırısına karşı direnebilir. Ama direnişi her defasında başarılı olmuyor. Bitkiler, enfeksiyonlara karşılık olarak koruyucu molekülleri oluşturuyor.Patojen, buna tepki göstererek bu molekülleri parçalayabilen enzimleri üretiyor. Ama Rus bilimcileri, bazı cins buğdayların patojen bakterilerin tepkisini hemen hemen tümüyle etkisiz hale getirebildiğini ispatladı.
Rusya Bilimler Akademisi Genel Genetik Enstitüsü ve BioOrganik Kimya Enstitüsü görevlileri olan bilimciler, Amerikan meslektaşlarıyla beraber araştırmalar yaparak,patojen bakterilerin bitkiye saldırıyı arttırdığı sırada bile saldırısına dayanıklı olan peptit türlerini bugday cinslerinden birinin tanelerinden ayırdı.
Bugdaygillerin azgın bir düşmanı olan fuzarium mantarı toksinleri ve bitki hücrelerinin çeperlerini bozan enzimleri üreterek bitki dokularıyla besleniyor. Hastalığa tutulmuş bitkiler mantar kabuğunu yokeden enzimleri üretmekle kendini savunmaya çalışıyor. O halde mantar, bitkilerin koruyucu enzimlerini tahrip eden maddeyi sentezliyor.Genel Genetik Enstitüsü görevlisi Anna Slavohotova, ancak bakterileri yokeden peptitlerin bugdaygillerin ek koruyucu mekanizması olduğunu kaydederek şunları söyledi: İncelediğimiz bugday tanelerinden patojen bakterilerin büyümesini aktf olarak engelliyen antimikrop peptitlerin ayrılması başarıldı. Bu peptitler patojen bakteriler hücreleriyle etkileşimi sonucunda geçirimliliğini etkilemekle büyümesini durduruyor..
Bilimcilerin tahminlerine göre, bugdaygillerin bu koruyucu mekanizması tüm bitkilerin genel mekanizması olabilir. Anna Slovohotova bu konuyu dile getirerek şunları söyledi: Patojen bakterilerle bitkinin etkileşim modeli konusundaki fikirlerimizi doğrulayacak yeni deneyleri yapmayı planlıyoruz. Ne bitki türlerinin böyle koruyucu mekanizması olduğunu belli etmek gerekir. Diğer peptit türlerinin de bitkilerin yenilmez savunma sistemini olmuşturduğu, ihtimal dışı değil.


26 Kasım 2014 Çarşamba

EUROPA’DA YAŞAM OLABİLİR

NASA, Jüpiter’in uydularından biri olan Europa’da yaşam formlarının olabileceğine inanıyor. Europa’nın yüzeyini incelemek isteyen NASA, bunun için 2025’te gezegene bir uzay aracı göndermek istiyor.

ABD Havacılık ve Uzay Dairesi’nde (NASA) görev yapan uzmanlara göre, yüzeyi buzla kaplı olan Europa’da uygun koşullar oluşmuş ise gezegende yaşam formları bulunuyor olabilir.
Gezegenimizdeki yaşamın okyanuslarda başladığına dikkat çeken NASA Astrobiyoloğu Kevin Hand, konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Suyun bulunduğu yerde genellikle yaşam bulunur” ifadesini kullanarak bu iddianın arkasında durdu.
Europa’nın Güneş’ten uzak olduğunu ama gezegenin enerji kaynağının Güneş değil Jüpiter olduğunu belirten Kevin Hand, Europa’nın buzla kaplı yüzeyinin altında yaşam olma olasılığını Güneş Sistemi’nde bulunan diğer gezegenlere oranla daha mümkün olduğunu ve bu konuda ellerinde bulunan sınırlı verilerin umut verici olduğunu belirtti.
NASA, Europa’yı incelemek için gezegene bir uzay aracı göndermek istiyor. Henüz ABD tarafından kabul edilmeyen projenin onaylanması durumunda yaklaşık 2 milyar dolara mal olacak seferin 2025 yılında gerçekleşeceği belirtiliyor.


BİLİME Mİ GÜLMEK GEREK ADAMINA MI? MUALLAKTA KALDIM...

MARS’TA HAYAT UZAYDAN NÜKLEER SALDIRI SONUCU YOK OLMUŞ OLABİLİR


Mars’ta eskiden var olduğu tahmin edilen hayatın, uzaylı uygarlıkların düzenlediği nükleer saldırı sonucu yok olmuş olabileceği ileri sürüldü.
International Business Insider gazetesinin verdiği habere göre ABD Uzay Füze Savunması’nın eski çalışanı Plazma Fiziği Profesörü John Brandenburg, gezegenimize yakın uzay alanında bir zamanlar, Dünya’dakine benzer genç uygarlıklara düşmanca yaklaşan ve nükleer potansiyele sahip güçlerin veya yaratıkların olduğunu düşünüyor. Uzman, bu güçlerin nükleer silahla Mars’taki hayatı yok ettiğini tahmin ediyor.
Gazete, “Brandenburg, Mars’ta etkileyici nükleer patlamalara dair açık delillerin bulunduğunu kaydetti. Bu patlamaların, Mars’ın iki kısmı Cydonia ve Utopia’daki eski yerleşimleri yok ettiğini belirtti. Bilim adamına göre patlamalar, muhtemelen diğer gezegenlerden gelen gelişmiş varlıklar tarafından planlandı ve gerçekleştirildi. Gezegen yüzeyinin kızıl rengi, patlamaların olduğunu kanıtlıyor” diye yazdı.
Haberde ayrıca NASA uzay aracının, Mars atmosferinde yüksek miktarda Xenon-129 izotoplarının konsantrasyonuna ilişkin veriler aktarmayı başardığı kaydedildi. Benzer izotop konsantrasyonuna Çernobil faciasına benzer olayların ardından Dünya’da da rastlanmıştı.
Brandenburg’un kaleme aldığı çalışmada, “Mars atmosferindeki izotop sayısı, Dünya’daki nükleer faciaların ardından tespit edilene eşit. Bunu dikkate alarak Mars’ın uzaydan nükleer saldırı sonucu yük edilen bir uygarlık örneği olabileceğini söyleyebiliriz” ifadesine yer verildi.
tuurkish.ruvr.ru


ALZHEIMER İLE ŞİZOFRENİ ARASINDA BAĞLANTI OLABİLİR

İngiliz bilim insanları, beyin taramalarında belli bölgelerin Alzheimer ve şizofreni hastalıklarına direncinin zayıf olduğunu ortaya koydu.
Araştırmaya göre beyindeki bu bölgenin ergenlik döneminde gelişiyor ancak yaş ilerledikçe bozulma gösteriyor.
Tıbbi Araştırma Konseyi’nden bir ekibin yürüttüğü çalışmada, MRI (Manyetik rezonans görüntüleme) makinesi ile 484 gönüllünün beyni tarandı.
Yaşları 8 ile 85 arasında değişen gönüllülerin yaşlandıkça beyinlerinin nasıl değiştiği takip edildi.
Tarama sonuçlarında beyin görüntülerinde bazı benzerlikler fark edildi. Buna göre beynin geç gelişen bölgeleri, aynı zamanda yaşlandıkça gerileme kaydetti.
Araştırmacılar Alzheimer ve şizofreni hastalarını karşılaştırdığında, beynin aynı kısmının etkilendiğini fark ettiler.
Bu bulgular, ayrı hastalıklar da olsalar “Alzheimer ve şizofreni arasında bir bağlantı bulunabileceği” şüphesini kuvvetlendirdi.
Araştırmayı yürütenlerden Profesör Hugh Perry ise bulguları şöyle değerlendirdi:
“Doktorlar eskiden şizofreniye ‘demans (bunama) başlangıcı’ derlerdi. Ama bugüne kadar iki hastalığın beynin aynı bölgesiyle ilgili olduğuna dair hiçbir kanıt sunulamamıştı. Ancak bu geniş çaplı ve detaylı araştırma, beynin bu bölgesindeki gelişim, yaşlanma ve hastalıklar üzerine önemli bulgular ortaya koyuyor.”
Ortaya konulan bulguların, bu tür hastalıkların erken teşhisi için önemli olduğu kaydediliyor.
Ancak şu anda doktorların beynin bölgesine bakarak kimlerin Alzheimer ya da şizofreniye yakalanabileceğini tespit etmesi zor görünüyor.
Bunu mümkün kılabilmek için “araştırmanın derinleştirilmesi gerektiği” ifade ediliyor.

RÜYALARI AĞIR ÇEKİMDE Mİ GÖRÜYORUZ?

Çalar saatimiz bizi uyandırdığında kapatıp geri yattığımız, o sırada kısa bir rüya bile gördüğümüz çok olmuştur.
Fakat rüyamızda kısa bir sohbet ya da küçük bir yürüyüş bile görmüş olsak tekrar uyandığımızda bir saat geçmiş olduğunu fark ederiz. Nasıl oluyor da bu kadar az olay bu kadar uzun zamanda yaşanıyor diye merak etmişizdir.
Araştırmacılar, “bilinçli rüya görenler” olarak adlandırılan ve uykudayken beyinlerini kontrol edebilen kişileri inceleyerek yeni bir yöntemle bu sorunun yanıtını bulabileceklerini düşünüyor. Bu kişilerin rüya deneyimleri, uykudayken kendimizi gıdıklamak mümkün mü gibi ilginç soruları da gündeme getiriyor.

Rüyada ölünebilir mi?

Bilinçli rüya görme olgusu, uyku halindeki zihinle ilgili bilgi edinmemizde uzun süredir önemli bir rol oynuyor. Rüya konusunda ilk araştırmayı yapanlardan biri 19. yüzyıl Fransız aristokratlarından Marki Saint-Denys oldu. Bu kişi 13 yaşındayken rüyalarının gidişatını yönlendirebildiğini fark etmiş ve yıllarını, uyuyan zihnin sınırlarını keşfetmeye adamıştı.
Marki’nin yoğunlaştığı konulardan biri, rüyasında yüksek binaların tepesinden atlayarak kendi ölümünü görüp görmeyeceğini araştırmaktı. Hiçbir zaman bunu başaramadı; her defasında sahne değişiyor, o kötü son gerçekleşmiyordu.
Rüyalarında, gezdiği yerleri ve buralarda karşılaştığı insanları gördüğünü fark eden Marki, rüyaların parça parça anılardan oluştuğu sonucuna vararak yaşadığı dönemdeki en rasyonel rüya tanımlarından birini yapmış oldu.
Bu alandaki çalışmalar bakımından önem taşıyan bir diğer insan da Mary Arnold-Forster oldu. Bilinçli rüyalarla ilgili 1920’lerde yazdığı kitabında, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili korkunç kâbuslardan kaçınmak için kontrollü rüyalarını kullandığını yazıyordu.

Rüyada gıdıklanma

Marki ve Forster’in çalışmaları çoğunlukla göz ardı edildi, tıpkı bilinçli rüyalar konusundaki araştırmalar gibi. Daha sonraki dönemde daha “ciddi” olduğu düşünülen konular üzerinde duruldu.
Fakat son yıllarda nörologlar bilinçli rüyalara benzer ilginç deneylere başladı. Bir süre önce Almanya’da Gutenberg Üniversitesi’nden Jennifer Windt, kontrollü rüya görenlerin rüyalarında kendi kendilerini gıdıklamalarının mümkün olup olmadığını araştırmaya koyuldu. Böylece rüyalardaki farkındalık derecesi ölçülebilecekti.
Uyanıkken yaptığımız şeyin farkında olduğumuz için kendimizi gıdıklamamız söz konusu olamaz. Yani beynimiz, başkasının beklemediğimiz bir anda gıdıklamasıyla gülmekten kırılmamıza yol açacak bir uyarıyı bastırıyor. Bilinçli rüyalarda da benzer bir durumun söz konusu olduğu anlaşıldı. Denekler gıdıklanmıyordu. Bu ise o sırada kişilerin bedenlerinden ve uyarıdan haberdar oldukları, bu nedenle tepkinin sınırlandığı anlamına geliyor.
Deneyi yapan Windt ayrıca deneklerden rüyalarında gördükleri diğer kişilerin kendilerini gıdıklamasını da istemiş. “Rüya karakterleri çoğu kez bunu reddetti, kendi iradeleri varmış gibi davrandı,” diyor Windt. İsteneni yaptıklarında ise rüya gören kişi bakımından gıdıklamanın etkisi sınırlı olmuş, bu ise rüya görenin beyninin diğer rüya karakterleri üzerinde kontrolü olduğunun farkında olması olarak yorumlanmıştı.

İpucu gözlerde

Rüyada zamanın akışı sorununu incelemek ise daha zordu. Ta ki Bern Üniversitesi’nden Daniel Erlacher usta bir deneyle ortaya çıkıncaya kadar.
Erlacher, beynin farklı eylemleri hayal etme biçimini araştırıyordu. Örneğin rüyamızda koşarken, gerçek hayatta koştuğumuzda aktif olan bölgelerin aynısı mı harekete geçiyordu? Erlacher’in ilk deneyleri öyle olduğunu gösteriyor, fakat nasıl oluyorsa bitkin bir tepki ortaya çıkıyordu.
Bu durumu daha iyi anlamak için, bilinçli rüya görenlerden oluşan bir grubu, özel donanımlı laboratuvarına çağırdı. Onlardan, rüyalarında çeşitli aktivitelerde bulunmalarını istedi; rüyalarında 10 adım atmak, 30’a kadar saymak ya da çeşitli jimnastik hareketleri yapmak gibi.
Bu eylemlerin süresini ölçmek için rüya halindeki zihnin ilginç bir özelliğini kullandı. Beden hareketsiz, felç halinde olmakla birlikte göz hareketleri bir şekilde beden hareketlerini taklit etmeye yöneliyordu. Böylece denekler göz hareketleriyle, yapmaları istenen aktivitenin başlangıç ve bitiş zamanını ele veriyordu.

Rüyada antrenman

Erlacher’in tahmin ettiği gibi, deneklerin rüyasında bu aktiviteleri tamamlaması gerçek hayattan yüzde 50 daha uzun sürüyordu. Yani farkında olmasalar da bu aktiviteleri ağır çekim halinde yapıyorlardı. Fakat uyandıklarında denekler, bu aktiviteleri yaparken tıpkı gerçek hayatta yapıyormuş gibi hissettiklerini belirtiyordu.
Bu durum neden kısa bir rüyanın uzun zaman aldığını açıklayabilir. Fakat yine de Erlacher bu olguyu açıklamakta zorluk çekiyor; nedenini, uyku sırasında beynin bilgileri işleme koymasının daha uzun sürmesine bağlıyor.
Erlacher’in araştırmasının pratik yararları da olabilir; örneğin atletlerin bilinçli rüya yöntemiyle ekstra antrenman yapmaları mümkün olabilir mi diye bakılıyor. Uyku esas olarak hafızayı pekiştirmede önemli bir işlev görüyor. O halde rüyada yapılan alıştırmaların yeni becerileri pekiştirmesi olanaklı olabilir. Bu özellik, atletlerin de örneğin herhangi bir sakatlanma sonrasında fiziksel olarak antrenman yapamayacak durumdayken rüyada çalışmalarına devam etmesinde kullanılabilir.
Erlacher bu konuda yapılan deneylerdeki antrenmanları “oldukça etkili; gerçek talimlerden daha kötü, ama tek başına zihinsel provalardan daha iyi” şeklinde değerlendiriyor.

YENİ BİR BOYNUZLU DİNOZOR TÜRÜ KEŞFEDİLDİ

Kanada’daki bir müzede 75 yıl boyunca saklanan fosillerin, daha önce benzerine rastlanmamış yeni bir tür boynuzlu dinozora ait olduğu ortaya çıktı. Dinozora Pentaceratops aquilionius adını verildi.
Müzedeki fosillerin daha önce farklı bir dinozor türüne ait olduğuna inanılıyordu.
Bath Üniversitesi’nden Nick Longrich ise fosillerin Amerika’nın güneybatısında yaşadığı düşünülen otobur Pentaceratops dinozorlarının farklı bir türüne ait olduğunu keşfetti.
Pentacerotops dinozorları, kendilerine benzer boynuzlu otobur Triceratops ailesinden geliyor.
Araştırmanın ayrıntıları Cretaceous Research adlı dergide yayımlandı.

“Daha keşfedilmemiş çok dinozor var”

Sığır büyüklüğündeki bu yeni tür boynuzlu dinozorun yaklaşık 75 milyon yıl önce yaşadığı belirtildi.
Araştırmacı Dr. Longrich, Kanada’daki müzede bulunan koleksiyonda incelediği farklı bir boynuzlu dinozorun da, Kosmoceratops ailesine ait yeni bir tür olduğunu keşfetti.
Longrich, “Türlerin çoğunu keşfettiğimizi düşünüyorduk ama görünen o ki, daha keşfedilmemiş çok dinozor var. Dinozor türlerinin sayısı çok yüksek. Biz yalnızca bir kısmına ulaştık” dedi.
Dinozorlar, Kretase Dönemi’nin sonunda Kuzey Amerika’da yaşıyordu.
Dr. Longrich, bölgenin kuzeyinde ve güneyinde farklı türler yaşamasına rağmen iki bölge arasında değişim olduğunu söylüyor.
Dinozorlar, kıtanın bir bölgesinden diğerine geçiyor ve yeni türler oluşuyordu.
bbc.co.uk


AIDS’E KARŞI İĞNESİZ AŞI MÜMKÜN MÜ?

Dünyada Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu (AIDS) yüzünden yaklaşık 40 milyon kişi hayatını kaybetti. 35 milyon kişi de İnsan Bağışıklık Yetmezlik Virüsü (HIV) ile yaşıyor. Dünyanın her tarafından bilim adamları bu virüse karşı savaşıyor. Hastalığın bulaşmasını engelleyen bir aşı üretmeye çok yakınlar. Bu programda AIDS ile savaşın ön saflarına gideceğiz.
HIV aşısı için araştırma biraz farklı bir mekanda başlıyor. Barcelona AIDS karşıtı aktivistler için toplumla iletişime geçme açısından uygun bir yer.
Ferran Pujol, BCN Direktörü: “1986 yılında HIV virüsü taşıdığım ortaya çıktı. O zaman bir tedavisi yoktu. Tam bir şoktu benim için. Fakat böylece ben de aktif olarak sorunun çözümü için araştırmanın bir parçası oldum. Araştırmacılar hastanelerde örnek bulmakta zorlanmıyorlar. Ancak hasta olmayan kişilere ulaşmak ve onlar üzerinde araştırma yapmak için sadece sokağa çıkıp bunu yapamazlar. Bunun gibi merkezler sayesinde çalışmalarımızı daha kolay yürütüyoruz. Binlerce kişi buralara gelerek bize harika araştırma malzemesi sağlıyor.”
Bu kentte virüsün bulaşma oranı diğer bölgelere göre hayli fazla. İnsanların hızlı bir şekilde HIV testi yapmaları için kampanyalar yürütülüyor. Bu merkez de onlardan biri. Yüzlerce kişi kan örneklerini araştırmacılarla paylaşıyor. Bu bilim adamları için bulunmaz bir kaynak.
 Christian Brander öncülüğündeki bir grup bilim adamı bağışıklık sistemleri virüse farklı tepki veren insanlar üzerinde çalışmalarını yürütüyor: “Eğer HIV virüsünün bulaşmasına karşı korunabilen kişileri tanımlayabilirsek sonrasında bu veriyi, herkesin korunması için yeni bir aşı üretilmesinde kullanabiliriz. Bağışıklık sistemleri virüse karşı özel tepki veren bazı örnekler üzerinde çalışıyoruz. Bu konu daha fazla çalışmayı gerektiriyor. Fakat bu kesinlikle yeni bir aşıya ulaşılması konusunda yardımcı olacaktır. Laboratuvarda kandaki özel savunma hücreleri örneklerini alıyoruz ve onları virüsün bölümleri ve parçalarıyla uyarıyoruz. Sonra da buna hangi hücrenin tepki verip vermediğini görüyoruz. Bu çok önemli. Çünkü biz BCN merkezinden gelen sağlıklı insanların HIV’e maruz kaldıklarında daha fazla koruyucu hücreye sahip olup olamayacakları konusunu anlamak istiyoruz. Böylece hastalığı virüsün bulaşmadığı insanlarla bunu karşılaştırma olanağına sahip oluyoruz. Sonrasında bu ikisi arasındaki farkın ne olduğunu kendimize soruyoruz?. Şu anda önleyici bir aşı üzerinde çalışıyoruz. Test ettiğimizse bağışıklık sisteminin tepkisi. Aşı yapmadan bunu verdiğimiz insanların vücudu buna nasıl tepki veriyor onu görmek istiyoruz.”
Aşılar mevcut enfeksiyona karşı savaşta kullanılabilir, fakat bu araştırmadaki ilk amaç virüsün insana bulaşmasını engellemek için bağışıklık sisteminin güçlendirmek.
Laboratuvarda üretilen aşıları insanlar üzerinde denemeden önce bilim adamları bunun güvenli olduğunu ve insanın bağışıklık sistemine olumlu etkide bulunduğunu test etmeleri gerekiyor.
Àlex Olvera, IrsiCaixa, Araştırmacı:
“Çalışma protokolümüze göre önce farelerin bağışıklık sistemlerinde bunu ölçüyoruz. Onların dalağından beyaz kanı alarak standart immünolojik parametreleri ölçüyoruz.”
Araştırmacılar dünyanın birçok noktasından meslektaşlarıyla iletişime geçerek ortak çalışmalar yürütüyor.
Denis Loctier, euronews:
“Etkili aşı üretmek Avrupa araştırma projesinin amaçlarından sadece bir tanesi. Şimdi Paris’teyiz. Buradaki araştırmacılar iğne kullanmadan HIV virüsüne karşı üretilen aşının insan derisine nasıl uygulanacağını inceliyor.”
Ameliyatlardan geriye kalan deriler Pierre ve Marie Curie Üniversitesi’nde araştırmacıların iğne kullanmadan ağrısız aşı yöntemini geliştirmeleri için kullanılıyor.
Peki iğnesiz aşı nasıl yapılıyor? Önce derideki tüyler yapışkan bantla temizleniyor, böylece aşının derinin altına nüfuz etmesi sağlanıyor.
Derinin dışından uygulanan aşının etkinliğinin arttırılması amaçlanıyor. Bilim adamları da deri örneklerinin mikroskopla inceleyerek yöntemlerinin başarılı olup olmadığını görüyor.
Jessica Gonnet, CIMI-Paris, Araştırmacı:
“Bir mikroskop sayesinde insan derisine nüfuz eden aşı moleküllerinin yerini ve miktarını görebiliyoruz.
Bu analiz aşının nanoskopik parçacıklarının hedeflenen hücrelere başarıyla ulaştığını gösteriyor.
Denis Loctier, euronews:
“İğnesiz aşının avantajları var. Fakat bu klinik ortamında etkili olacak mı? Londra’da devam eden klinik çalışmalarında bu sorunun cevaplanması gerekiyor.”
Nick altı ay boyunca iğnesiz aşı programını kabul eden 30 gönüllüden biri: “Kanımda HIV virüsü bulunmuyor. Onun için bu çalışmaya katılabilirim. Fakat ‘HIV pozitif’ olan arkadaşlarım var. Bu çalışmalara uzun zamandır destek veriyorum. Böylece daha fazlasını yapabiliyorum. Bu gerçekten hiç acımadı. Sadece kolunuzu 20 dakika yukarıda tutmanız gerekiyor. Aşının kurumasını bekliyorsunuz. Bu gerçekten çok kolay bir yöntem. Ben de oldukça rahattım, çünkü iğnelerden biraz çekiniyorum.”
Goli Haidari, CUT’HIVAC, Araştırmacı:
“Buraya kabul ettiğimiz kişiler genelde sağlıklı. Yaşları 18-45 arasında değişiyor Hiçbir önemli sağlık sorunu olmayan kişiler. Onların bağışıklık sistemlerine etki edecek herhangi bir ilaç kullanmayanları programa alıyoruz. Bu yöntemin en harika olan yanı iğnesiz aşı olması. Çok cezbedici bir yol. Normalde yapılan bir aşı kasın derinine kadar nüfuz eder ve oldukça acı verir, bu da birkaç gün devam edebilir. Bu oldukça yeni. Geliştirilen harika bir yöntem. Şimdiye kadar bütün katılımcılar bu yöntemin uygulanmasından oldukça memnun. Bu biraz uzun zaman alıyor. Çünkü deriyi hazırlamamız gerekiyor. Sonra da aşının kurumasını bekliyoruz. Katılımcılar bu bölgeyi 24 saat yıkayamıyor. Bunu katılımcılara uygulamaya çalıştığımızda karşılaştığımız potansiyel dezavantajları bunlar.”
Araştırmacılar bir çalışma prosedürünü takip ederek aşı öncesi onların sağlık değerlerini ölçüyor, derilerinin durumlarını inceliyor.
Robin Shattock, Imperial College, Profesör:
“Kan testinde gördüğünüz gibi kırmızı kan tüpün en altına indi. Beyaz kan hücreleri arasında ince bir çizgi var. Bu beyaz kan hücrelerinin aşıya tepki vermesini umuyoruz. Kesinlikle şu anda ilk örnek aşamasındayız. Şu anda gördüğünüz şey, eğer bu başarılı olursa sonra onu arıtacağız. Bu belki küçük bir aşı örneği olabilir ve herhangi bir uzman yardımına gerek olmadan deriye uygulanabilir.”
Yeni aşı ve yeni iğnesiz aşı AIDS’e karşı korunmada uyumlu bir savunma sistemini oluşturabilir. Hedef, geliştirilen bu yöntemler sayesinde Avrupa’dan Afrika’ya dünyanın her yanında ölümlere neden olan bu virüse karşı savaşta bir adım daha ilerlemek.
European Commission 2014 / euronews 2014