24 Mayıs 2014 Cumartesi

İLK EVREN













Uzak bir geçmişte evren, temel parçacıkların hüküm sürdüğü çok yüksek sıcaklıkta bir evre yaşadı. Bu döneme dair kuramların testleri elbette ancak dolaylı olarak yapılabilir; çünkü bu testler, kökeni 15 milyar yıldan eskiye dayanan olayların günümüzdeki kalıntılarına dayanır. Uzayın eğriliği ve Evren’in gelecekteki evrimi hala belirsizdir…
Evrenin genişlemesine ve doğal olarak daha sıcak bir dönemin bir nevi fosili olarak yorumlanan izotrop kara cisime ilişkin gözlemler, maddenin değil, ışınımların hakim olduğu bir “İlk Evren” fikrine yol açtı. Böyle bir Evren’i tasvir etmek, günümüzdeki Evren’i tasvir etmekten çok daha farklıdır. Hali hazırda; galaksiler dışı cisimlerin evriminin Evren’in evrimini maskelemesinden tutun da, Evren’deki maddenin yüzde doksanından fazlası görünmez olduğu için bunların doğası hakkında hiçbir şey bilemediğimizden dolayı Evren’in ortalama yoğunluğunu belirlememizi engelleyen “gizli kütle” sorununa dek birçok güçlük günümüz evreninin anatomisini net olarak tanımlamamızı neredeyse imkansız kılarken biz tutup bir de ilk Evren hakkında içimize sinecek bir betimleme yaratmak için fazlasıyla aciz bir pozisyondayız. Nitekim galaksiler arasında basınç bulunmadığını belirten p=0 hal denklemi yerine, saf ışınımla dolu bir ortam için, basınçla yoğunluk arasında kurulacak p=dc2/3 (basınç eşittir yoğunluk çarpı ışık hızının karesi bölü 3) bağıntısını göz önüne almak gerekir.
Dolayısıyla, enerji yoğunluğunun değişiminde Evren’in R yarıçapının bir fonksiyonu olarak, madde yoğunluğu için kullanılan 1/R3 (1 bölü yarıçapın küpü) oranı değil, 1/R4 oranı geçerlidir. Ayrıca, ilk Evren’in evrimi konusunda önemli ölçüde basitleştirilen bir sonuç ortaya çıkar: Geometrisi ne olursa olsun ((küresel, yassı veya hiperbolik) Evren’in yarıçapı zamanın karekökü oranında değişir; oysa sıcaklık daima 1/R oranında değişir. Dolayısıyla, geçmişe doğru gidildikçe sıcaklık sınırsız olarak artar. Biçimlenmiş maddeyle dolu günümüz evreniyle hiçbir şekilde karşılaştırılamayan bu ilk Evren’in davranış biçimi,bu olgulardan kaynaklanır. Gerçekte, yaklaşık 3000 Kelvin’lik bir sıcaklığa ulaşıldığında atomları oluşturan elektronların ve çekirdeklerin bağı kopmaya başlar; bu sıcaklığın üstünde iyonlaşma gerçekleşir; çekirdekler ve elektronlar birbirlerinden ayrılarak, bir parçacıklar gazı (plazma) oluşturur. Oysa, tanıdığımız biçimiyle düzenlenen madde, özelliklerini atomsal yapısından alır ve sıcaklık 10.000 Kelvin’i aştığında madde yok olur. Daha yüksek sıcaklıklarda çekirdeklerin varlığı konusunda da benzer bir eşik olayı ortaya çıkar. Buna karşılık, her parçacığa özgü bir eşik sıcaklığının üstünde, ışımadan kaynaklanan çiftler halinde, belli sayıda temel parçacık oluşabilir.
İlk Evren durmaksızın değişim halinde olan bir dünyadır ve zaman içinde hızla soğuması yüzünden bileşimi sürekli değişir.
**Yazar: Aycan Bolazar


İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ GIDA GÜVENLİĞİ İÇİN TEHDİT


WASHINGTON — Uzmanlara göre iklim değişikliği gıda güvenliği için tehdit oluşturuyor; atmosferdeki karbon dioksit oranının artması bitkilerin besin değerini düşürüyor. 2014 Ulusal İklim Değerlendirme Raporu’na göre giderek daha da şiddetlenecek olan iklim değişikliğine bağlı doğal afetler, tarım üretimini de etkileyecek. Tarım üretiminin etkilenmesi dünyada gıda sıkıntısına yolaçabilir. Bu durum sadece tarım ürünlerindeki üretimin azalması değil, iklimsel değişikliklerin tarım ürünlerinin işlenmesi, depolanması, nakliyesi ve satılmasını da etkilemesi anlamına geliyor.
Önlem alınmadığı taktirde, iklim değişikliğinin pirinç, mısır, soya, bezelye ve darı gibi temel tahıl ürünlerindeki çinko ve demir oranlarını 2050 yılına kadar büyük ölçüde azaltması bekleniyor.
Özellikle kalkınmakta olan ülkelerde yaşayan yaklaşık 3 milyar kişi, bu gerekli besin ve minerallerin %70’e yakınını buğday, pirinç ve bakliyatlardan alıyor.
Harvard Üniversitesi Çevre Sağlığı Araştırma Fakültesi araştırmacısı Samuel Myers, karbon dioksit seviyesinin önümüzdeki 40 yıl içinde tahmin edilen orana erişmesiyle, halk sağlığı için önem taşıyan besin ve minerallerde azalma görüleceğini söylüyor.
Sağlıklı bir bağışıklık sistemi için çinkonun gerekli olduğunu belirten Myers’a göre, ishal, zatürre ve kızamık gibi hastalıklara karşı mücadelede çinkonun önemli bir yeri var. Myers, aynı şekilde demir eksikliğinin kansızlığın yanısıra çocuklarda düşük IQ’ya neden olduğunu belirtiyor. Aşırı derecede kansızlık yaşayan annelerin hayati riski bulunuyor.
Dünyada iki milyar kişi, çinko ve demir eksikliği çekiyor, bu da her yıl 63 milyon hayat yılına yani hastalık veya sakatlık nedeniyle kaybedilen yıllara mal oluyor.
Araştırmada karbon dioksit oranı yapay olarak yükseltilmiş ortamdaki bitkiler, doğal olanlarla karşılaştırılmış.
41 farklı bitki türünün kullanıldığı araştırmada, Japonya, Avustralya ve Amerika’nın yedi farklı bölgesinde karbon dioksit deneyleri yapılmış.
Deney sonucunda karbon dioksitin yoğun olduğu ortamda yetişen buğday, pirinç ve baklagillerde ciddi ölçüde çinko ve demir azalmasına rastlanmış. Uzmanlar, bazı bitkilerin protein kapasitelerinde de azalma gözlemlemiş.
Myers, atmosferde giderek artan karbon dioksite rağmen, gazın zararlı etkilerine dayanabilecek bitkiler yetiştirilmesinin mümkün olabileceğini söylüyor.
Araştırmacı Myers, sanayi bitkilerindeki çinko ve demir eksikliğiyle mücadelede en iyi yöntem olarak karbon dioksit oranlarını sabitleyerek, karbon dioksitten etkilenmeyen tahıllar yetiştirme yoluna gitmeyi öneriyor.


5 ADIMDA DÜNYAYI DOYURMA PLANI


2050 yılına gelindiğinde, beslenmesi gereken boğaz sayısına iki milyar kişi daha eklenecek. Peki ne yapılacak da bu kadar insan doyurulacak? Sekiz ay sürecek “Gıda” başlıklı yazı dizimizde, gezegenimize aşırı yüklenmeden bu işi başarmanın yolları aranacak…
9 milyar kişiye yetecek gıdayı nereden bulacağız?
Konvansiyonel tarım ya da organik, küçük ölçekli yerel üretici arasında bir tercih yapmamız gerekmiyor. Bir üçüncü yol daha var.
Çevresel tehdide yol açan unsurları düşündüğümüzde, aklımıza genelde arabalar ve bacalar geliyor; akşam yemeği değil. Ama aslında gıda gereksinimimiz, gezegenimize yönelik en büyük tehlikelerden biri.
Dünya üzerindeki tüm araba, kamyon, tren ve uçakların toplamının yol açtığından daha fazla sera gazı salımının sorumluluğunu üstlenen tarım, küresel ısınmaya en büyük katkıyı sağlayan unsurlardan. Tarımın neden olduğu salımın büyük bölümü de büyükbaş hayvanlar ve çeltik tarlalarından salınan metan, gübreli tarlalardan yükselen azot oksit ve de tarım–hayvancılık adına yağmur ormanlarının kesimi sonucunda açığa çıkan karbondioksitten oluşuyor.
Çiftçilik, değerli su kaynaklarımızın baş tüketicileri listesinde ilk sırada; gübre–tezek bulaşmış akarsuların dünya genelinde hassas göl, nehir ve kıyı ekosistemlerini bozması paralelinde, çevre kirliliğinin de önde gelen nedenlerinden biri. Tarım ayrıca biyolojik çeşitliliğin yitip gitmesine de ivme kazandırıyor. Tarım arazisi açmak için kesip biçtiğimiz çayırlık alanlar ve ormanlarla birlikte önemli yaşam alanlarını da yitiriyoruz ve sonuçta tarım, yaban hayvanlarının soyunun tükenmesinin de başlıca etkenlerinden biri konumunu üstleniyor.
Tarıma eşlik eden çevresel sorunlar halihazırda çok büyük. Bu sıkıntılar, dünya genelinde artan gıda gereksinimi karşılanmaya çalışıldıkça, daha da aciliyet kazanacak. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarında, büyük olasılıkla iki milyar kişiyi daha doyurmamız gerekecek –yani, beslenmesi gereken kişi sayısı dokuz küsur milyar olacak. Aslında, nüfus artışı, daha fazla gıdaya gereksinim duymamızın tek nedeni değil.
Dünya genelinde –özellikle de Çin ve Hindistan’da yaşanan refah artışıyla– et, süt ve yumurtaya yönelik artan talep paralelinde, daha fazla büyükbaş hayvan, domuz ve tavuğu beslemek üzere daha fazla mısır ve soya fasulyesi yetiştirme baskısı da artıyor. Günümüzdeki eğilimlerin bu şekilde sürmesi halinde, nüfus artışı ve daha zengin beslenme tarzlarının oluşturduğu çifte darbe sonucu, 2050 yılına dek, yetiştirdiğimiz ekin miktarını da yaklaşık iki katına çıkarmamız gerekecek.
Küresel gıda sorununun nasıl ele alınacağına ilişkin tartışmalar ne yazık ki kutuplaşmalara yol açıyor: Konvansiyonel tarım ve küresel ticaret ikilisiyle, yerel gıda üretim sistemleri ve organik tarım karşı karşıya geliyor. Konvansiyonel tarımı destekleyenler, modern makineler, sulama sistemleri, gübre kullanımı ve başarılı genetik çalışmaların, ürünü artırıp talebi karşılamaya yardımcı olduğunu dile getiriyor. Haklılar da. Öte yandan yerel ve organik tarımı savunanlarsa, dünya genelinde küçük çiftçilerin, verimliliği sentetik gübre ve tarım ilacı kullanmaksızın artıran teknikler benimseyerek alınan ürün miktarını yükseltebileceğini –ve böylece bu insanların da yoksulluktan kurtulabileceğini– öne sürüyor. Onlar da haklı.
Ama çözüm ya biri, ya da diğeri olmak zorunda değil. Sadece biri, bir çözüm getirmiyor. Üstelik, her iki yaklaşım da çok gerekli çözümler sunuyor. Organik üretim yapanlar, yerel üreticiler ya da ileri teknoloji kullanan konvansiyonel çiftlikler… En akılcı çözüm, her iki yaklaşımın da en iyi yanlarının bir araya getirilmesi.
Ben, basit bir soruyu yanıtlamaya odaklanan bir grup bilim insanına önderlik etmek gibi bir şansa sahip oldum. Soru şöyleydi: Dünya, nasıl mevcut gıdayı ikiye katlayıp, aynı zamanda da tarımın çevreye verdiği zararı azaltabilir? Tarım ve çevreye dair pek çok veriyi analiz ettik ve sonra, dünyanın gıda açmazını çözebilecek beş adım önerdik.
BİRİNCİ ADIM:Tarımın mevcut ayak izini dondurmak
İnsanlık tarihinin büyük bölümü boyunca, daha fazla gıda üretmemiz gereken her aşamada, arazi açmak için ya ormanları kesmiş ya da çayırlık alanları sabanlarımızla tersyüz etmişizdir.
Ekinlerimiz için bugüne dek yaklaşık Güney Amerika büyüklüğünde bir alan açmış durumdayız. Hayvancılık için ele geçirdiğimiz araziyse daha da fazla, aşağı yukarı Afrika’ya denk bir alan.
Tarımın ayak izi dünya genelinde ekosistemlerin tümden yok olmasına yol açmış durumda –ki bu yok oluş listesine Kuzey Amerika’nın çayırlıkları ve Brezilya’nın Atlantik ormanları da dahil. Tropikal ormanlar halen, endişe verecek bir hızla kesiliyor. Oysa, artık, gıda üretimini tarım alanlarını genişleterek artırmayı kaldıramayacak durumdayız. Tropikal ormanların tarım arazisiyle takası, çevreye verdiğimiz yıkıcı zararlar arasında. Üstelik bu, çoğu zaman, dünyada hâlâ aç olan 850 milyon insanın yararına yapılmıyor.
Tropik bölgelerde tarım için açılan alanların büyük bölümü dünyanın gıda güvenliğine pek bir katkı sağlamıyor. Daha çok sığır beslemek, hayvan yemi olarak kullanılmak üzere daha çok soya fasulyesi yetiştirmek, daha çok kereste elde etmek ve palmiye yağı üretmek için kullanılıyor. Yani, ormansızlaşmayı durdurmak başlıca önceliklerden biri olmalı.

*Yazının devamı ve daha fazlası National Geographic Türkiye Mayıs sayısında.


BİG BANG TEORİSİ AYDINLANIYOR


Space programı bu hafta Big Bang teorisini çözmeye yardımcı olacak en büyük adımın izlerini takip ediyor. Darmstadt Uzat Araştırma Merkezi’nde yapılan deneyler sonucu elde edilen ‘yerçekimi dalgaları’, bize Big Bang olarak bilinen büyük patlamanın sırlarını veriyor.











Bunun yanısıra Comet Hunters programında kuyrukluyıldıza yaklaşan ekip, şu anda manevra yapıp, yörüngeye girmek üzere. Bu konu ile ilgili ayrıntıları da Space programında bulabilirsiniz.
Gökbilimciler Balık Takımyıldızı’nın çok uzağında Samanyolu Galaksi’si dışında yeni bir gezegen keşfettiler. Gezegen kendi güneşi etrafındaki döngüsünü 80 bin dünya yılında tamamlıyor.
Venus Express komşu gezegenin atmosferine girmeye hazırlanıyor. Avrupa uzay gemisinin randımanlı bir şekilde devam ettirdiği deneyler yaklaşık 8 yıl aradan sonra Venus gezegeni yörüngesinde son bulacak.
Yeni bir şok dalgası gök bilimi temellerini sarstı. Son günlerde Güney Kutbu’nda yapılan ‘Kozmik Dış Galaksi Kutuplaşması Görüntüsü BICEP 2’ ile, var olan ilk yerçekimi dalgaları izlerine ulaşıldı.
Bu dalgalar, evrenin genişlemesi teorisini de bir bakıma doğrulamış oldu.
Big Bang, yani evrenin başlangıcı olayını araştıranlar için bu iyi bir haber.
Paul McNamara, LISA Projesi, Bilim Adamı: ‘‘BICEP 2 deneyi ile evrende oluşan ilk yerçekimi dalgalarına ulaşıldı. Bu benim açımdan bilimin açıklayamadığı en büyük soruydu. Evrenin genişlemesi doğru mu? Eğer doğruysa yerçekimi dalgaları da var demektir. Yani cevabı ‘evet’ demek oluyor.’‘
Einstein yerçekimi dalgalarının var olabileceğini tahmin etmişti.
Güney Kutbu’nda bulunan izlerle bu teori doğrulanmış oldu.
Bu haber, Avrupa Uzay Ajansı Planck uydusunun sonbahardaki kutuplaşma verilerinden aylar önce geldi. BICEP 2 ve Planck projeleri, kozmik mikrodalga arkaplanı olarak bilinen Big Bang olayını araştırıyordu.
Jan Tauber, Planck Projesi Bilim Adamı: ‘‘BICEP 2’nin açıklanması sadece Planck takımını değil, hepimizi çok şaşırttı. Çünkü buldukları çok güçlü bir sinyaldi.’‘
Şu an şu soru üzerinde duruluyor: Yerçekimi dalgaları sinyalleri gerçekten de evrenin oluştuğu ilk anlardaki tepkimeden mi geldi yoksa başka bir yerden mi?
Bazı bilim adamları BICEP 2’nin galaktik toz parçacıklarının etkisi ile yanlış bilgi verebileceğini söylüyor.
Jan Tauber, Planck Projesi Bilim Adamı: ‘‘Elbette bütün deneyler ilk olmak ister ve bu mantıkla biraz hayal kırıklığı yaşadık diyebiliriz. Çünkü BICEP 2’nin bulduğu veriler doğru çıkarsa o zaman bu bilgileri tekrar ölçüp biçmeli ve bu yeni keşiften emin olmalıyız. ‘Eğer’ diyorum çünkü BICEP bulgularında hala cevap vermemiz gereken çok büyük soru işaretleri var.’‘
Gökbilimi dünyasındaki heyecanın sebebi yerçekimi dalgalarının evren hakkında bize birçok bilgi vermesidir.
Pisa şehrindeki Avrupa Yerçekimi Gözlemevi’nde bulunan VIRGO adlı girişim ölçer ile bilim adamları bu dalgaları saptamaya çelışıyor.
Federico Ferrini, Avrupa Yerçekimi Gözlemevi Başkanı: ‘‘Şu anda 3 kilometre uzunluğundaki tünelin yanındayız. Burada birbirine dik gelen 2 tane tünel var. Bunların içerisinden merkez binadan gönderilen ışık hüzmeleri kulenin sonuna kadar geliyor ve buradan geri yansıyarak tekrar merkez binaya dönüyor. Bu büyük altyapı, yerçekimi dalgalarını bulmak amacı ile yapıldı.’‘
Yerçekimi dalgaları teoride Dünya’nın içinden geçip tünelleri gerdiriyor ve ışık hüzmelerinin aynalar arasındaki gidiş geliş süresini değiştiriyor. Bu tespit edilebiliyor.
Evrendeki yerçekimi dalgalarını incelemek bize devasa veriler verebilir. Kara delik çarpışmaları gibi yıkıcı durumlar tarafından üretilen bu dalgalar elektromanyetik radyasyon dalgalarının içeriğinden tamamiyle farklıdır. Bu durum evrenin görselliğine ses katmaya benziyor.
Jean-Yves Vinet, VIRGO Projesi Sözcüsü: ‘‘Küçük yıldızların birleşim frekansları, ana ses dalgaları içine düşer. Yani bunları duyabiliriz. Bu sinyalleri belirleyip kaydettiğimiz zaman, dinleyebiliriz de.’‘
Bu simulasyon yerçekimi dalgalarının ses frekanlarına çevrildiğinde nasıl işitildiğini gösteriyor.
Bu titreşimi elde edebilmek için gözlem evindeki aynaların mükemmel bir şekilde sabitlenmesi gerekir. Dünyanın hareketini baz aldığımızda bunu yapmak biraz zor.
Jean-Yves Vinet, VIRGO Projesi Sözcüsü: ‘‘Biz Dünya’daki değil uzaydaki titreşimleri saptamaya çalışıyoruz. Bu sebeple girişim ölçer yani interferometer aletini yeryüzünden ayırmaya çalışıyoruz.’‘
Federico Ferrini, Avrupa Yerçekimi Gözlemevi Başkanı: ‘‘Termal dalgalar ve depremlerin oluşturduğu seslerle uğraşıyoruz. Bunların yanısıra kamyon ve trenlerin yaptığı sesler de var. Kısaca uğraşımız bu yönde.’‘
Yerçekimi dalgalarını belirlemek için deneyleri atmosfer dışında yapmakla, Dünya’daki ses ve sarsıntılardan kurtulabilinir.
Avrupa Uzay Ajansı’nın LISA projesi 20 yıl içinde kullanılan bu aynaların arasındaki mesafeyi artıracak. Böylece ölçümler daha hassas hale gelecek.
Daha önceden sıralanan lazer ışınına bağlı bu üçlü uydu takımı, yerçekimi gücünü dengelemek için Dünya’yı belirlenen bir uzaklıktan takip eder.

Yol gösterici bu görevin amacı konsepti gelecek sene ispatlamak olacak. Tam kapasite çalışacak olan LISA 2034 yılında bitecek. Böylelikle kosmik senfoniler dinleyebilecek, nötron yıldızlarının nabız sesleri ile Big Bang’in ilk tınılarını duyabileceğiz.
Jean-Yves Vinet, VIRGO Projesi Sözcüsü: ‘‘İnsanlar yeni icatlarını gökyüzünde denedi ve öğrendikleri şeylerin bu işe başlaması gereken bilgiler olmadığını gördüler. Ancak bu bilgiler bilime yön verdi. Bilim önemlidir. Çünkü evrenin nasıl çalıştığını anlamamıza yardım eder.’‘


22 Mayıs 2014 Perşembe

İNEKLERİN MİDESİNE PENCERE TAKTILAR

İsviçre'de bir araştırma şirketi ineklerin midelerindeki besinleri nasıl ve ne kadar sindirdiklerini gözleyebilmek için ineklerin midelerine sırtlarından bir tür 'pencere' açtı.


Euronews TV’nin haberine göre Merkezi İsviçre’de bulunan Agroscope adlı araştırma şirketi, ineklere verilen farklı türlerde yulafların hayvanlardaki sindirim sürecini izlemek ve böylece verimliliği artırmak üzere ineklerin midesine bir tür ’pencere’ açtı.
Uygulama kapsamında ineklerin yan tarafına ve midesine büyük birer delik açılarak araya bir kanal yerleştirildi. Kullanılmadığı zamanlarda plastik kapakla ağzı kapatılan pencereyi açan araştırmacı buradan doğrudan midenin içini görüyor ve istediği zaman mideye elini sokup sindirilmekte olan besinden örnek alabiliyor.

"HAYVANLAR ZARAR GÖRMÜYOR"

Uygulamayı 14 inekte gerçekleştiren şirket hayvanların herhangi bir zarar görmediğini savunurken, hayvan hakları savunucuları uygulamayı sert dille eleştirdi.
http://dunya.milliyet.com.tr/ne-yaptiklarina-inanamayacaksiniz/dunya/detay/1886370/default.htm

Bu yeni bir haber gibi lanse edilse de, halihazırda uygulanan bir yöntemdir.Bu yöntem hayvanlara zarar verdiği gibi hayvansal gıdanın da sağlıklı oluşunu tartışmaya açmıştır. 

UÇAN MOTOSİKLET

ABD’nin Aerofex şirketi, Aero-X adını verdiği dünyanın ilk hava yastıklı motosikletini 2017 yılında seri üretime koymayı vaat etti.

Segodnya.ua sitesinin verdiği habere göre uçan motosiklet (hoverbike) fikri, aslında 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştı. Ancak o zamandan bu yana seri üretime koyulabilecek istikrarlı bir araç üretiminde başarısız olunmuştu. Muhtemelen bu konuda başarıya ulaşacak ilk şirket Aerofex olacak. En azından çalışan bir Aero-X hoverbike örneği var.
Aero-X hoverbike, yatay olarak yerleştirilmiş olan iki pervane sayesinde havalanarak 5 metreye varan yükseklikte uçabiliyor.
Azami hareket hızı yaklaşık 70 kilometre. Bu elbette sıradan motosikletlere göre çok az, ancak bu durumda sorundan çok avantaj olarak gösterilebilir. Zira yeni ulaşım aracının henüz ne kadar travmatik olabileceği bilinmiyor.
Halihazırda Aero-X, tasarımcılar tarafından ABD’nin çöllerinde test edilen deneme örnekleri şeklinde mevcut. Ancak şirket, söz konusu hoverbike’ı 2017’de seri üretime koyarak adedi 85 bin dolardan satışa sunacağını açıkladı.

GIDA SEKTÖRÜ TÜTÜN ENDÜSTRİSİ GİBİ DENETLENMELİ




















Gıda ürünlerinin paketleri üzerinde sigaralarda olduğu gibi şekerin ya da yağın vücudunuza nasıl zarar verdiğini gösteren fotoğraflar olduğunu düşünün.
Uluslararası sağlık kuruluşları obezitenin önne geçmek için yapılması gerekenin bu olduğu görüşünde.
Uluslararası Tüketiciler (CI – Consumers International) ve Dünya Obezite Federasyonu (WOF ) gıda sektörünü düzenleyen kuralların daha katı olması gerektiğini söylüyor.
Hazırladıkları bir raporla önerilerini sıralayan kuruluşlar, obeziteden kaynaklanan ölümlerin tüm dünyada 2005 yılında 2,6 milyon iken, 2010 yılında 3,4 milyona çıktığını söyledi.
Kuruluşların tavsiye ettiği kurallar arasında yiyeceklerdeki tuzu, doymuş yağı ve şekeri azaltmak, hastanelerde okullarda verilen yemeğin kalitesini artırmak, daha katı reklamcılık kuralları uygulamak ve halkı sağlıklı beslenmek konusunda eğitmek var.
CI ve WOF yapay trans yağların önümüzdeki beş yıl içerisinde tüm yiyecek ve içeceklerden çıkarılmasını da tavsiye ediyor. Ayrıca televizyon programları esnasında çocuklara yönelik yiyecek reklamlarının da kısıtlanması görüşündeler.
İki kuruluşun yayınladığı raporda, hükümetlerin yiyecek fiyatlarını gözden geçirebilmesinin, vergiler koyabilmesinin, lisanslama süreçlerini değiştirebilmesinin ve bunları yapabilmek için yeni araştırmalar yapabilmelerinin gerektiği yazıyor.
CI’dan Luke Upchurch’e göre, yiyecek endüstrisi tıpkı küresel olarak tıpkı tütün endüstrisi gibi ele alınmalı.
Brezilya öncü mü olacak?
Upchurch, “1960′lardaki gibi bir durumun yaşanmasını istemiyoruz. O zamanlar tütün endüstrisi sigarada zararlı hiçbir şeyin olmadığını, sağlığımız için iyi olduğunu söylüyordu ve 30-40 yıl sonra milyonlarca insan öldü” diyor.
“Şu anda harekete geçmezsek, gıda endüstrisinde de aynı süreci göreceğiz.”
Upchurch uygulanacak yeni kuralların küresel ölçekte “en üst düzeyde” anlaşmayla uygulanması gerektiğini söylüyor. Bunun anlamı hükümetlerin şu anda dışında kalmayı seçebiliyor olmalarından farklı olarak, bu kuralları “yasal olarak” uygulamak zorunda olması.
Upchurch Brezilya ve Norveç’in desteği konusunda emin olduğunu ve İngiliz hükümetinin de hali hazırda konu hakkında “gayet iyi fikirleri” olduğunu söylüyor.
İngiltere’deki Ulusal Obezite Forumu’nun kurucularından Dr. Ian Campbell “gerçek değişimi” ancak hükümetler “sorumluluklarını kabul ettiğinde ve tüketicileri üreticilerin önüne koyduğunda görebileceğimizi söylüyor.
WOF’dan Dr. Tim Lobstein da “Eğer obezite bulaşıcı bir hastalık olsaydı kontrol altına almak için milyarlarca dolar harcandığını görecektik…. Ancak obezite genel olarak yağlı ve şekerli gıdaların fazla tüketilmesi nedeniyle olduğu için siyasetçiler bu gıdaların reklamını yapan üreticileri bu durumdan sorumlu tutmaktan çekiniyor.
Lobstein’ a göre de hükümetler “toplu hareket” etmeli.


21 Mayıs 2014 Çarşamba

GELECEĞİN BİLGİSAYARI BULUNDU MU?



Kanadalı bir şirket, en az 10 yıl sonra geliştirilebileceği söylenen kuantum bilgisayarını icat ettiğini iddia ediyor.
Kuantum fiziği prensipleriyle geliştirilen bilgisayarın içi uzay boşluğundan 150 kat daha soğuk. Bilgisayar bu sayede aşırı ısınma sorunu olmadan en karmaşık matematiksel denklemleri dahi çözme kapasitesine sahip.
15 milyon dolarlık sermaye ile kurulan Kanadalı D-Wave şirketinin geliştirdiği cihazın, bilgisayar dünyasında devrim niteliğinde olabileceği yorumları yapılıyor.
Kuantum fiziğini temel alarak imal edilen bilgisayarda, atomların ve atomları oluşturan partiküllerin bileşimleri değiştirildi. Böylece geleneksel fizik kurallarının dışına çıktığı iddia edilen D-Wave cihazının aynı anda birden fazla karmaşık hesaplamayı yapabildiği söyleniyor.
Ünlü bilimadamı Albert Einstein, bu tür bir cihazın geliştirilme ihtimali için “Çok ileride olabilecek ürkütücü bir adım” yorumunu yapmıştı.
D-Wave’in ürettiği telefon kulübesinden biraz daha büyük boyutlarındaki bilgisayarın meziyetleri henüz tam olarak bilinmese de, dünyanın önde gelen teknoloji firmaları ve kuruluşları şimdiden yeni bilgisayarı incelemek için siparişlerini verdi.
Google ve ABD uzay araştırmaları enstitüsü NASA’nın yanı sıra, dev savunma sanayi firması Lockheed Martin’in de kuantum bilgisayarı için sipariş verdiği belirtildi.
Uzun süredir devam eden kuantum bilgisayarı geliştirme çabaları bugüne kadar başarısız olmuş ve test edilen cihazların istenen düzeyde veri işlemesi sadece kısa süreler için gerçekleşebilmişti.
‘Süper bilgisayar’a ilgi artıyor
Kanadalı D-Wave ise, önce kuantum bilgisayarını geliştirmek için projesini sundu, ardından da projeyi hayata geçirmek için yatırımcılardan finansman bulmak için yola çıktı.
Amazon alışveriş sitesinin kurucusu ve sahibi Jeff Bezos ve ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA’in girişim sermayesi şirketi Q-Tel’in desteğiyle D-Wave, 100 milyon dolarlık kaynak toplamayı başardı.
D-Wave’in CEO’su Vern Brownell amaçlarını şöyle anlatıyor: “Yola çıkarken hedefimiz çok netti. Olabilecek en kısa zamanda ticari açıdan anlamlı tam kapasite çalışan bir kuantum bilgisayarı üretmek.”
Şirketlere kuantum bilgisayarı teknolojisini sunmak istediklerini söyleyen Brownell, “Böylece daha önce çözümü imkansız olan problemler çözülebilecek” dedi.
Kuantum bilgisayarlarının bireysel kullanıcılar için olmadığı belirtiliyor. Ancak bu bilgisayarların şirketlere sunacağı fırsatlarla herkesin hayatında değişiklik yaratabilecek potansiyele sahip olduğu da vurgulanıyor.
Google yeni bilgisayarı yapay zeka gelişimi alanında kullanmayı hedefliyor. Ses tanımlama veya kredi kartı sahtekârlığını tespit etme gibi karmaşık sorunların çözümünde kuantum bilgisayarlarının giderek daha sık devreye girmesi bekleniyor.


MARS’ TA YENİ BİR DENEYİMİN YAPILMASI PLANLANIYOR


















Mars gezegenindeki serde bitki tohumlarının yetiştirilmesiyle ilgili ilk deneyimin gerçekleştirilmesi planlanıyor. Küçük saydam bir küb, yeni Mars aygıtının dış yüzeyine kenetlenecek.
Aygıt 2020 yılının ortalarında uzaya fırlatılacak ve 2021 yılının başlarında Kırmızı gezegene iniş yapacak. Bilim adamları, bu araştırmanın Mars’ın benimsenmesine ilişkin programların hazırlanmasında faydalı olacağına bel bağlıyor.
Gündüzleri yaz döneminde Mars’ın ekvatorunda toprak ısısı artı 20 dereceye çıkıyor. Tohumları doğrudan açık bir toprağa ekerek şeffaf naylonla örtmek çok cazip olurdu. Yerden getirilen suyla sulamak mümkün olabilirdi. Fakat bitki gece vaktinde donmazsa yine de mahvolacak. Gezegenin atmosferi oksijenin tamamen yok olduğu sırada yalnız karbondioksitten oluşuyor. Oksijen ise bitkilere çok gerek. Üstelik buradaki basınç Yerdekinden 160 kat daha düşük.
Bu nedenle sera tamamen sımsıkı kapatılıyor. Deneyim ise şu şekilde düzenleniyor. Yer havası, su ve 200 civarında arabidopsis tohumu küpte sımsıkı kapatılır. Bu ot titiz değil, bu yüzden bilim adamları tarafından çoktan kullanılıyor. Mars aygıtının gezegene iniş yapmasından sonra kübün ısıtılması çalıştırılır, tohumlara ise su verilir. 10-15 gün içinde filizler oluşacak. Bu dönem içinde aygıt sabit kalır. Zaman zaman filizleri çeken bilim adamları, gelişmelerini Yer’deki kontrol grubundakilerle kıyaslaştıracak. Yerçekiminin üçte birini bulan Mars çekiminin, ışık ve radyasyonun buna nasıl etki yapacağı çok ilgiçekicidir. Sırası gelmişken kaydetmek gerek ki, Mars’ın yüzeyindeki radyasyon düzeyi pek büyük olmayıp, Uluslararası Uzay İstasyonunun uçuş yaptığı Yer yörüngesindekine benziyor.
Diğer gezegenlerde yapılan biyolojik deneyimler, oraya pilotlu gemilerin gelecekte gerçekleştirecekleri uçuşlara hazırlıkların gerekli bir parçasıdır. Moskova Devlet Üniversitesinden biyolog ve toprak bilimcisi Yelena Vorobyöva anlatıyor.
Böyle deneyimlere gerek var. Laboratuarda hiç bir zaman, gezegen ortamındakine benzer faktörlerin mutlak kombinasyonunu asla meydana getiremiyeceğiz. Böyle bir imkan oluşuyorsa, gelecek uzay misyonları sırasında biyolojik deneylerin öngörülmesi şarttır.
Ot yerine, Mars’ın olası kolonizasyon perspektifi dikkate alınarak, ta baştan beri herhangi tarım bitkileri neden alınmaz ki? Yelena Vorobyöva bu tarım bitkilerinin olumsuz faktörlerin etkisine pek dayanıklı olmadığını anlatıyor. Ot ile deneyimin sonuçları ise bitkilerin başka çeşitlerine de kullanılabilecek.

Bitkilerle ilgili deneyleri tamamladıktan sonra sanal adı “Mars-2020” aygıtı başlıca misyonu olan yaşam izlerinin arayışına, ayrıca, başka cihazlarla Yere gönderilecek toprak örneklerini toplamaya başlayacak. “Mars-2020”nin temelini şimdiki aygıt “Kyuriositi”nin platformu oluşturacak. Cihazlardan oluşan içerik farklı olacak. NASA cihaz arttırmasını açtı. Rusya bilimadamları, suya tepki gösteren sertifikalı nötrön detektörünü teklif etti.

GIDALARDA MANGANEZ MİNERALİ


Atom numarası 25, simgesi Mn dir.1174 yılında keşfedilmiştir.Periyodik tablonun 7-B grubunda yer alır. Grimsi metal renklidir. En önemli metallerden biridir.
Çeliğin dayanımını geliştiren bir alaşım elementidir. Bu özelliği içinde bulunan karbon miktarına bağlıdır. Yüksek karbonlu çeliklerde manganın etkisi sertlik ve dayanımı artırmaktadır. Elementler için kullanılan periyodik yapı A B olarak adlandırılmıştır.
Genellikle doğada demir elementi ve daha birçok elementle bağlı biçimde bulunmaktadır. Genellikle metal endüstrisinde alaşımlarda kullanılır özellikle paslanmaz çelik yapımında alaşımda gerekli bir hammaddedir. Yunanistan'ın magnezya bölgesinden adını almıştır. Manganez dioksit bileşiğinden 1774 yılında karbonun indirgenmesi neticesinde ilk olarak elde edilmiştir. Çelikteki aşınma ve paslanmanın önlenmesinde kullanılmaktadır. Endüstride oksitlenme aşamasına göre birçok farklı renk alabilen element renklendirici olarakta kullanılmaktadır. Çinko karbon ve alkalinli pillerin üretiminde kullanılan önemli bir elementtir. Manganez iyonları çok çeşitli enzimlerde ve fotosentetik bitkilerde yer alabilmektedir. Yüksek seviyelerde manganez memelilerde zehirlenme etkisi yapar.
Bilim adamları hala Manganez eksikliğinin ve Manganez zehirlenmesinin canlı organizmalar üzerindeki olumsuz etkilerini anlamak için çalışmalarını sürdürmektedirler. Manganez, bazı enzimlerin yapısına katılarak, bazılarında ise aktivatör olarak fizyolojik proseslerin gerçekleşmesinde önemli rol oynar. Antioksidandır. Vücutta protein sentezlenmesinde, sindirimde ve besinlerden enerji üretilmesinde görev alan önemli minerallerin içinde bulunan etkili bir elementtir. Eksikliğinde sürekli yorgunluk, hafıza problemleri, kısırlık, kilo kaybı, özellikle çocuklarda ve bebeklerde büyüme geriliği gibi belirtiler görülür. Kanın normal pıhtılaşması için gereklidir. Mangan bitkiler için de çok önemli bir elementtir ve günümüz modern tarım sektöründe vazgeçilmez bir gübre içeriğidir. Manganez, kemik oluşumu, enerji üretimi, protein, karbonhidrat ve yağ metabolizması gibi bir çok enzim sistemine yardımcı bir maddedir. Bazı B vitaminleri, C ve E vitaminlerinin kullanımı için gereklidir. İnce bağırsaklarda emilir ve kemiklerde, karaciğerde, böbreklerde, hipofiz bezinde ve pankreasta depolanır. Kolesterol üretimini tetikler, normal büyüme ve gelişimi destekleyerek hücre fonksiyonlarına yardımcı olur.
Avokado, arpa, fasulye, yaban mersini, böğürtlen, buğday kepeği, esmer pirinç, karabuğday, kestane, karanfil, kahve, yumurta sarısı, zencefil, yeşil yapraklı sebzeler, fındık, baklagiller, yulaf ezmesi, yer fıstığı, bezelye, ananas, kırmızı ahududu yaprağı, pirinç kepeği, ıspanak, ceviz, tam buğdayda bulunur. Çay, zengin bir Mangan kaynağı olmasına rağmen, içinde bulunan tannin de Mangan emilimini düşürür.
Vücutta eksiliği halinde doğum kusurları, körlük, kemik ve eklem bozuklukları, sağırlık, felç, üreme bozuklukları, normal olmayan kemik ve kıkırdak oluşumu, glukoz toleransında bozulma ve büyümede gecikme oluşabilir. Manganez eksikliği yaşayan bir kişide kilo kaybı, bulantı, kusma, deri tahrişi, saç uzamasında yavaşlama ve saç renginde beyazlaşma görülebilmektedir. Çok nadir rastlansa da yüksek doz ve toksik etkisi; halusinasyon, uykusuzluk, iştahsızlık, nefes alma zorluğu, baş ağrısı, depresyon, cinsel iktidarsızlık, sinirlilik, ruhsal rahatsızlıklar, hareket zorluğu, bacak krampları, zayıflıktır.Aşırı doz belirtileri, Parkinson hastalığının belirtileri ile benzerlik gösterir. Doğal diyet uygulayan insanlarda mangan eksikliği belirlenmediğinden, Avrupa Birliği mangan alımında genel populasyon için herhangi bir kısıtlama veya düzenleme belirtmemiştir. Ayrıca, diyabet ve pankreas bozuklukları görülebilir. Diyabet hastalarında vücutta olması gerekenin yarısı kadar manganez bulunmaktadır.Yüksek dozlarda kalsiyum, magnezyum ve fosfat alımı manganez emilimini azaltır. Solunum yolu ile fazla manganez alımı toksik etki gösterir. Aşırı dozda manganez alımı demir emilimini azaltarak demir eksikliği ile görülen kansızlığa yol açar. Ağızdan alınan gebeliği önleyici ilaçlar vücuttaki manganez miktarını azaltır. Yetişkinlerde günlük manganez ihtiyacı ortalama 4 mg kadardır. Mangan emilimine uyarıcı olarak; kalsiyum,sağlıklı yetişkinlerde sindirimden sonra kandaki Mangan miktarını düşürdüğünü gösteren bulgular bulunmaktadır. Demir, bazı bulgulara göre; Mangan ve Demir bazı ortak emilim ve taşıma yollarını paylaşabiliyorlar.Bir yemekteki demir miktarı arttıkça, Mangan emiliminin düştüğü görülmüştür. Magnezyum, günlük alınan Magnezyumun (200 mg/day), sağlıklı yetişkinlerde sindirim sonrası kandaki Mangan miktarını düşürdüğü gözlenmiştir. Bu etkisini, manganın emilimini düşürerek ya da Mangan kaybını yükselterek yaptığı gözlenmiştir. Son olarak mangan bağırsaklarda %4 verimlilik ile emilir ve kana transmanganin adlı bir protein ile alınır ve taşınır. Vücuttaki Mangan miktarı seviyesi değişik yollarla dışarı atımlarla kontrol edilir. Emilim kontrolü yoktur.