2050 yılına gelindiğinde,
beslenmesi gereken boğaz sayısına iki milyar kişi daha eklenecek. Peki ne
yapılacak da bu kadar insan doyurulacak? Sekiz ay sürecek “Gıda” başlıklı yazı
dizimizde, gezegenimize aşırı yüklenmeden bu işi başarmanın yolları aranacak…
9
milyar kişiye yetecek gıdayı nereden bulacağız?
Konvansiyonel
tarım ya da organik, küçük ölçekli yerel üretici arasında bir tercih yapmamız
gerekmiyor. Bir üçüncü yol daha var.
Çevresel
tehdide yol açan unsurları düşündüğümüzde, aklımıza genelde arabalar ve bacalar
geliyor; akşam yemeği değil. Ama aslında gıda gereksinimimiz, gezegenimize
yönelik en büyük tehlikelerden biri.
Dünya
üzerindeki tüm araba, kamyon, tren ve uçakların toplamının yol açtığından daha
fazla sera gazı salımının sorumluluğunu üstlenen tarım, küresel ısınmaya en
büyük katkıyı sağlayan unsurlardan. Tarımın neden olduğu salımın büyük bölümü
de büyükbaş hayvanlar ve çeltik tarlalarından salınan metan, gübreli
tarlalardan yükselen azot oksit ve de tarım–hayvancılık adına yağmur
ormanlarının kesimi sonucunda açığa çıkan karbondioksitten oluşuyor.
Çiftçilik,
değerli su kaynaklarımızın baş tüketicileri listesinde ilk sırada; gübre–tezek
bulaşmış akarsuların dünya genelinde hassas göl, nehir ve kıyı ekosistemlerini
bozması paralelinde, çevre kirliliğinin de önde gelen nedenlerinden biri. Tarım
ayrıca biyolojik çeşitliliğin yitip gitmesine de ivme kazandırıyor. Tarım
arazisi açmak için kesip biçtiğimiz çayırlık alanlar ve ormanlarla birlikte
önemli yaşam alanlarını da yitiriyoruz ve sonuçta tarım, yaban hayvanlarının
soyunun tükenmesinin de başlıca etkenlerinden biri konumunu üstleniyor.
Tarıma
eşlik eden çevresel sorunlar halihazırda çok büyük. Bu sıkıntılar, dünya
genelinde artan gıda gereksinimi karşılanmaya çalışıldıkça, daha da aciliyet
kazanacak. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ortalarında, büyük olasılıkla iki
milyar kişiyi daha doyurmamız gerekecek –yani, beslenmesi gereken kişi sayısı
dokuz küsur milyar olacak. Aslında, nüfus artışı, daha fazla gıdaya gereksinim
duymamızın tek nedeni değil.
Dünya
genelinde –özellikle de Çin ve Hindistan’da yaşanan refah artışıyla– et, süt ve
yumurtaya yönelik artan talep paralelinde, daha fazla büyükbaş hayvan, domuz ve
tavuğu beslemek üzere daha fazla mısır ve soya fasulyesi yetiştirme baskısı da
artıyor. Günümüzdeki eğilimlerin bu şekilde sürmesi halinde, nüfus artışı ve
daha zengin beslenme tarzlarının oluşturduğu çifte darbe sonucu, 2050 yılına
dek, yetiştirdiğimiz ekin miktarını da yaklaşık iki katına çıkarmamız gerekecek.
Küresel gıda sorununun nasıl ele alınacağına ilişkin tartışmalar ne yazık ki kutuplaşmalara yol açıyor: Konvansiyonel tarım ve küresel ticaret ikilisiyle, yerel gıda üretim sistemleri ve organik tarım karşı karşıya geliyor. Konvansiyonel tarımı destekleyenler, modern makineler, sulama sistemleri, gübre kullanımı ve başarılı genetik çalışmaların, ürünü artırıp talebi karşılamaya yardımcı olduğunu dile getiriyor. Haklılar da. Öte yandan yerel ve organik tarımı savunanlarsa, dünya genelinde küçük çiftçilerin, verimliliği sentetik gübre ve tarım ilacı kullanmaksızın artıran teknikler benimseyerek alınan ürün miktarını yükseltebileceğini –ve böylece bu insanların da yoksulluktan kurtulabileceğini– öne sürüyor. Onlar da haklı.
Küresel gıda sorununun nasıl ele alınacağına ilişkin tartışmalar ne yazık ki kutuplaşmalara yol açıyor: Konvansiyonel tarım ve küresel ticaret ikilisiyle, yerel gıda üretim sistemleri ve organik tarım karşı karşıya geliyor. Konvansiyonel tarımı destekleyenler, modern makineler, sulama sistemleri, gübre kullanımı ve başarılı genetik çalışmaların, ürünü artırıp talebi karşılamaya yardımcı olduğunu dile getiriyor. Haklılar da. Öte yandan yerel ve organik tarımı savunanlarsa, dünya genelinde küçük çiftçilerin, verimliliği sentetik gübre ve tarım ilacı kullanmaksızın artıran teknikler benimseyerek alınan ürün miktarını yükseltebileceğini –ve böylece bu insanların da yoksulluktan kurtulabileceğini– öne sürüyor. Onlar da haklı.
Ama
çözüm ya biri, ya da diğeri olmak zorunda değil. Sadece biri, bir çözüm
getirmiyor. Üstelik, her iki yaklaşım da çok gerekli çözümler sunuyor. Organik
üretim yapanlar, yerel üreticiler ya da ileri teknoloji kullanan konvansiyonel
çiftlikler… En akılcı çözüm, her iki yaklaşımın da en iyi yanlarının bir araya
getirilmesi.
Ben,
basit bir soruyu yanıtlamaya odaklanan bir grup bilim insanına önderlik etmek
gibi bir şansa sahip oldum. Soru şöyleydi: Dünya, nasıl mevcut gıdayı ikiye
katlayıp, aynı zamanda da tarımın çevreye verdiği zararı azaltabilir? Tarım ve
çevreye dair pek çok veriyi analiz ettik ve sonra, dünyanın gıda açmazını
çözebilecek beş adım önerdik.
BİRİNCİ
ADIM:Tarımın mevcut ayak izini dondurmak
İnsanlık tarihinin büyük bölümü boyunca, daha fazla gıda üretmemiz gereken her aşamada, arazi açmak için ya ormanları kesmiş ya da çayırlık alanları sabanlarımızla tersyüz etmişizdir.
İnsanlık tarihinin büyük bölümü boyunca, daha fazla gıda üretmemiz gereken her aşamada, arazi açmak için ya ormanları kesmiş ya da çayırlık alanları sabanlarımızla tersyüz etmişizdir.
Ekinlerimiz
için bugüne dek yaklaşık Güney Amerika büyüklüğünde bir alan açmış durumdayız.
Hayvancılık için ele geçirdiğimiz araziyse daha da fazla, aşağı yukarı
Afrika’ya denk bir alan.
Tarımın
ayak izi dünya genelinde ekosistemlerin tümden yok olmasına yol açmış durumda
–ki bu yok oluş listesine Kuzey Amerika’nın çayırlıkları ve Brezilya’nın
Atlantik ormanları da dahil. Tropikal ormanlar halen, endişe verecek bir hızla
kesiliyor. Oysa, artık, gıda üretimini tarım alanlarını genişleterek artırmayı
kaldıramayacak durumdayız. Tropikal ormanların tarım arazisiyle takası, çevreye
verdiğimiz yıkıcı zararlar arasında. Üstelik bu, çoğu zaman, dünyada hâlâ aç
olan 850 milyon insanın yararına yapılmıyor.
Tropik
bölgelerde tarım için açılan alanların büyük bölümü dünyanın gıda güvenliğine
pek bir katkı sağlamıyor. Daha çok sığır beslemek, hayvan yemi olarak
kullanılmak üzere daha çok soya fasulyesi yetiştirmek, daha çok kereste elde
etmek ve palmiye yağı üretmek için kullanılıyor. Yani, ormansızlaşmayı
durdurmak başlıca önceliklerden biri olmalı.
*Yazının devamı ve daha fazlası
National Geographic Türkiye Mayıs sayısında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder