15 Kasım 2014 Cumartesi

BİLİM İNSANLARI DÜŞÜNCE İLE METİN YAZMA YÖNTEMİ BULDULAR

The Verge’in bildirdiğine göre New York eyaleti Albany şehri Wadsworth Merkezi’nde beyinden oluşan hasarlar konusunda uzmanlaşan Dr. Jonathan Wolpaw insan beyninin gönderdiği sinyalleri okuyup ekrana yansıtabilen bir sistem geliştirdi.
İlk bakışta sistem basit bir şekilde çalışıyor. Kullanıcı yüzücülerin kullandığı başlığa benzer bir başlık takıyor. Başlığın içinde jelle karıştırılmış elektrotlar bulunuyor. Bunun ardından kullanıcıdan ekranda farklı hızlarda yanıp sönen harflere yoğunlaşması isteniyor. Böylelikle beynin etkinliklerini tespit eden elektrotlar bilgisayara hangi harfin daha fazla dikkat ‘çektiğini’ bildiriyorlar. Dr. Jonathan Wolpaw’un bulduğu sistem halen çok yavaş çalışıyor. Sisteme göre bir harfin yazılması bir dakika alıyor. Ancak buna rağmen bu buluş tamamen felç olmuş hastaların iletişimin yöntemlerinin geliştirilmesinde büyük bir adım olarak görülüyor. Dr. Jonathan Wolpaw yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Yapay akciğer araçları gibi yaşam donatım araçlarının geliştirilmesiyle ağır felç geçiren hastalar uzun süre yaşayabilecekler. Ancak onlar için en büyük trajedi iletişim kuramamalarıdır. Düşüncelerini ifade edecek imkan bulamadıkları zaman daha fazla yaşamak için neden görmüyorlar”.

İKİ BUZ BEBEK BULUNDU

Kuzey Amerika’da Alaska’nın iç kesimlerinde Buz Devri’nde yaşayan iki bebeğin kalıntıları bulundu.

Fairbanks’in güneydoğusunda Upward Sun River olarak bilinen kazı alanında keşfedilen bebek kalıntılarının, 11 bin 500 yıllık olduğu belirtildi. Araştırmacıların, 2010 yılında üç yaşındaki bir çocuğa ait kalıntıların bulunduğu bölge yakınında geçen yıl keşfettiği kemiklerin, çok iyi korunduğu, birinin ölü doğan, diğerinin doğumdan hemen sonra ölen bebeklere ait olduğu kaydedildi.
Bebek kalıntılarının, bölgede şimdiye kadar bulunan, Buz Devri’nde yaşayan en küçük insan kemikleri olduğu ifade edilirken, bebeklerle üç yaşındaki çocuğun aynı yaz öldüğü sanılıyor. Bebeklerin, taş mızrak ve oklarla birlikte gömüldüğü bildirildi.

ACİL DURUM İÇİN AKILLI İHA

Acil durumlarda bir ambulansın dakikalar içinde olay yerine gelmesi hayat kurtarır ancak çoğu zaman bu mümkün olamaz.
Yeni geliştirilen akıllı insansız hava araçları, bir ambulans gibi ilk yardım seti taşıyacak. Acil durumlarda yaralının yanına inecek olan insansız hava araçları hastaya en yakın kişiyi sağlık uzmanıyla konuşturacak ve doktorun talimatlarıyla ilk yardımın gecikmemesini sağlayacak.
Buluşun mucidi Alec Momont hızlı müdahale için neden insansız hava aracının seçildiğini anlattı:
“İnsansız hava araçları pil ömürleri kadar dayanıklıdır ancak artık yüksek hızda yol kateden yeni araçlarla pilin yalnızca %5’i kullanılıyor. Bu bağlamda olay yerine hızlı varan araçların şarjı tam yapılıyor.”
Momont, 5 yıl içinde insansız hava araçlarının mini ambulanslar olarak görev almasını umuyor.
Kaliforniya Stanford Üniversitesi araştırma görevlileri ise geliştirdikleri giyilebilir kameralı model ile öz çekim yapmanın çok kolay olacağını belirtiyorlar.
İnsansız hava aracı projesinde, tıpkı bir şahin gibi sahibinin üzerinden uçarak ayrılan ve fotoğraf ve video çekip ait olduğu yere geri dönen bir ava aracı gözleniyor.

GENETİK KODLAMAYLA TARIM ÜRÜNLERİ ARTTIRILABİLİR Mİ?

Dünyada hızla artan nüfusu besleyebilmek için önümüzdeki 40 yıl içinde, insanlığın 8000 yıl önce tarıma başladığı tarihten bu yana üretilenden çok daha fazla mahsul üretmemiz gerekiyor.
İnsan nüfusu görülmemiş düzeyde artıyor. 2050’de dünya nüfusunun dokuz milyarı bulması bekleniyor. Yani önümüzdeki 40 yıl içinde son 8000 yılda ürettiğimiz tarımsal ürünlerden daha fazlasını üretmemiz gerekecek. Bugün dünyanın toplam yüzeyinin yüzde 40’ını tarım alanı olarak kullanıyoruz ve her geçen gün yağmur ormanlarından ya da savanlardan ekilecek yeni topraklar yaratmaya çalışıyoruz.
Yüzde 60 oranında daha fazla yiyecek üretmek zorunda kalacağımız bir dönemde daha fazla araziyi tarım alanına dönüştürmek zorunda kalmamak için daha etkili fotosentez yapan ürünler geliştirebilir miyiz?

Fotosentez

Bütün yiyeceklerimiz, hatta yeryüzünde tüm yaşam, güneş enerjisini kullanıp fotosentez yoluyla karbondioksiti şekere dönüştürme işlemine bağlıdır. Yediğimiz besin ürünleri de dahil birçok bitki, fotosentez için havadaki üç karbon atomonu bağlayan bir mekanizma kullanır. Buna C3 karbon tutulumu mekanizması denir.
Fakat bitkilerin yüzde 5 kadarı dört karbon atomunu bağlayan ve C4 olarak adlandırılan başka bir mekanizma geliştirmiştir. C4 ılıman iklimlerde daha etkili olduğu gibi, fotosentez esnasında da daha az nitrojen (suni gübre) ve daha az su kullanır. Karbondioksit almak içinse C3 mekanizmasına oranla bitkinin gözeneklerini daha kısa süreli açık tutması yeterlidir. Böylece yaprakların suyunu bırakma olanağı azalmış olur.
C3 bitkileri, köklerinden aldıkları suyun yüzde 97’sini terleme yoluyla kaybederler. C4 mekanizması işte bu yüzden, iklim değişikliğine uğrayarak daha sıcak ve kurak hale gelen bölgeler için ideal olan mekanizmadır.
C4 bitkileri özellikle tropik savanlarda oldukça başarılıdır; bitkiler içinde çok küçük bir azınlığı oluşturmakla birlikte tüm karbon tutulumunun yüzde 30’unu gerçekleştirirler. Ektiğimiz mahsuller arasında da mısır, şeker kamışı, süpürge darısı (sorgum) ve akdarı gibi bazı ürünler C4 mekanizmasını kullanır. Fakat daha yaygın ekilen buğday ve pirinç gibi mahsuller ise C3 mekanizmasını kullanıyor ve sıcağa gelemiyor.

Genetikle oynamak

Bilim insanları bugün C3 mahsullerinin genetiğiyle oynayıp C4 mekanizmasını kullanmalarını sağlamaya çalışıyor. Bu mekanizma belki 60 kez ayrı ayrı değişime uğradı ve bugün aralarında seçme yapılabilecek farklı genetik mekanizmalar bulunuyor. C4 mekanizmasında kullanılan birçok protein C3 bitkilerinden alınmış ve yeni rollerine uyum sağlamış durumdalar. Bu nedenle araştırmacılar buğday ve pirincin yapay C4 versiyonunu oluşturup daha az su ve gübre kullanarak yüzde 50 daha fazla ürün elde etmenin mümkün olabileceğini düşünüyor.
Araştırmaya pirinçten başlanmasının nedeni ise bu bitkinin genetik yapısının basit olması. İki alanda çalışma yapmak gerekiyor: Önce bitkinin yaprak anatomisinin sonra da enzim ve proteinlerin biyokimyasal yapısının C4 bitki türlerine uygun olarak değiştirilmesi. Mısır iyi bir model işlevi görüyor; zira ana yaprakları C4 iken, fotosentezde çok daha az etkili olan küçük koçan yaprakları C3. İşte genetik uzmanları bu iki yaprak türünü inceleyerek C4 özelliği kazandıran niteliklerin neler olduğunu anlamaya çalışıyor.
İngiltere’deki Oxford Üniversitesi’nde bitki geliştirme bölümünde görevli Profesör Jane Langdale, tam olarak C4 olmasa da ona benzer özellikler gösteren bir pirinç bitkisinin önümüzdeki on yıl içinde üretilebileceğine inanıyor.
Langdale, C4’ün genetik kodlaması bulunur ve pirinçte uygulanırsa buğday, arpa, kolza (kanola) gibi mahsullere uyarlamanın kolay olacağını söylüyor. Bu şekilde bir ürün dönüşümünün yaşantımız üzerindeki etkisi büyük olacak: Tarımda verimin artması, tarım amaçlı toprak ve su kullanımının azaltılması gibi. Günümüzde tatlı suların yüzde 70’inin tarım alanında kullanıldığı düşünülürse tablo daha net değerlendirilebilir.

BEŞ YAŞINDA MİCROSOFT UZMANI OLDU

İngiltere’de bir çocuk dünyanın en genç bilgisayar uzmanı oldu.
Beş yaşındayken teknolojik deha sınavını geçen Ayan Kureyşi, Microsoft sertifikalı profesyonel bir bilgisayar uzmanı olma hakkı kazandı.
Babası da bilgisayar uzmanı olan Ayan, şu an altı yaşında ve evden kurduğu bir bilişim ağı var.
BBC’ye konuşan Ayan Kureyşi, sınavı zor ama eğlenceli bulduğunu ve günün birinde İngiltere’de teknoloji merkezi kurmak istediğini söyledi.
Ayan, ‘Sınavda çoktan seçmeli sorularla birlikte, kablosuz erişim alanı ile çeşitli senaryolara dayalı sorular vardı’ dedi
Ayan’ın babası Asım Kureyşi , ‘İşin en zor kısmı, sınav dilini beş yaşında bir çocuğun anlayabileceği şekilde açıklamaktı. Ama oğlum kavramış görünüyordu ve çok iyi bir hafızası olduğunu kanıtladı’ dedi.
Baba Kureyşi, oğlunu bilgisayarla ilk kez üç yaşındayken tanıştırdığın anlatıyor.
Çocuğun sabit diskleri ve ana kartları anlayabilmesi için, eski bilgisayarlarıyla oynamasına izin vermiş.
Asım Kureyşi ‘Çocuğun, anlattığım her şeyi ertesi gün hatırladığını fark ettim. Ben de ona daha fazla bilgi vermeye başladım’ diye açıklıyor.
Kureyşi, ‘Küçük yaşta bilgisayarlarla bu kadar çok uğraşmak çocukları olumsuz etkileyebilir.
Ama Ayan’ın durumu biraz farklıydı. Bu fırsatı iyi değerlendirdi’ dedi.
Ayan’ın evinde kendi kurduğu bilişim ağının bulunduğu bir bilgisayar laboratuvarı var.
Çocuk günde iki saat işletim sistemleri üzerine çalışıyor ve programları nasıl yükleyeceğini öğreniyor.
Ayan Kureyşi Microsoft sınavına girmek için gittiğinde, gözetmenler çocuğu çok küçük buldukları için endişelenmişler.

Göçmen ailesi

Ayan’ın babası çocuğun tek başına idare edebileceğini söyleyerek görevlileri rahatlatmış.
Sınava genellikle, Bilgisayar Teknisyeni olmak isteyenler giriyor.
Ayan’ın annesi Mamoona aile hekimi olmak için eğitim görüyor.
Kureyşi ailesi beş yıl önce Pakistan’dan İngiltere’ye taşınmış.
Annesi, ‘Çok mutlu ve gururluyum. Onun her gün dünya rekoru kırmasını beklemiyorum tabi ki, ama hayatı boyunca her zaman elinden gelenin en iyisini yapmasını isterim’ dedi.
Ayan bir gün Amerika’daki Silikon Vadisi’ne benzer bir teknoloji merkezi kurmak istediğini söylüyor.
İngiltere’de kuracağı merkeze E-Valley adını vermeyi düşünüyor. Ayrıca kendi şirketini de kurmak istiyor.

ZAMANIN DURDUĞUNU GÖREN ADAM

Zamanın durduğu hissini yaşayan insan sayısı hiç de az değil. Beynimizin oynadığı bu oyun, aslında hepimizin tanık olduğu bir olgunun sonucu mu?
Simon Baker adlı 39 yaşındaki adam baş ağrısını gidermek için ılık duş almak istemiş. “Musluğu açıp duşa baktığımda su damlalarının havada asılı kaldığını gördüm,” diyor Baker. “Sanki bir film karesi ağır çekimle dondurulmuş gibi.”
Baker ertesi gün baş ağrısı nedeniyle hastaneye gittiğinde doktorlar damar genişlemesi teşhisi koydu. Daha sonraki randevularından birinde su damlalarının havada asılı kaldığını, zamanın durduğunu gördüğünü söylediğinde Chicago’daki Northwestern Üniversitesi’nden nörolog Fred Ovsiew bu deneyimi oldukça ilginç buldu ve NeuroCase adlı dergi için kaleme aldı.
Zamanın herkes için aynı hızla geçtiğini farz ederiz. Fakat Baker’in yaşadığı türden deneyimler, sürekli akış halindeki bilincimizin aslında beynimizin zekice yaptığı bir birleştirme çalışmasının ürünü olan oldukça hassas bir yanılsama olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar, Baker’in başına gelen türden olayları inceleyerek beynimizin, zaman algısında bu oyunları neden ve nasıl oynadığını anlamaya çalışıyor.


Baker’ınki en uç örneklerden biri olsa da tıpta daha önce de benzeri olaylara tanık olunmuş. Zamanın hızlandırıldığı hissi veren “zeitraffer” olgusu ile bir anlık durduğu hissi veren “akinetopsia” olgusundan söz edenler olmuş. 61 yaşındaki bir kadın, bir yolculuğu sırasında, tren kapılarını ve diğer yolcuları ağır çekim halinde hareket ederken gördüğünü söylemiş. 58 yaşındaki bir adam ise insanlar konuşurken kötü seslendirilmiş bir film izler gibi ağız hareketleriyle konuşmalar arasında kopukluk olduğunu ifade etmiş. Uzmanlar, bu tür tecrübelerin çok daha fazla sayıda olabileceğini, fakat etkinin geçici olmasından dolayı insanların önemsememiş olabileceğini söylüyor.

Beynin oyunu

Bu tür olaylar hemen hemen her zaman epilepsi ya da inme gibi başka sorunlarla bağlantılı ortaya çıkıyor. Baker’in, duştaki su damlalarını durmuş olarak görmesine, zayıflamış kan damarlarının ağır yük taşıma sonucu kanamaya başlaması sonucu ortaya çıktığına inanılıyor. Kanama sonucu beyninin sağ yarısındaki geniş bir alanda sinir hücreleri hasar görmüş.
Peki, nasıl oldu da bu durum Baker’in zaman algısını etkiledi? Beynin arka tarafında bulunan ve V5 olarak adlandırılan görme bölgesinin ayrıca zaman algısından da sorumlu olabileceği düşünülüyor. Lozan Üniversitesi’nden Domenica Bueti ve ekibi manyetik bir alan oluşturarak bu bölgeyi devre dışı bıraktığında deneklerin iki şeyi yapmakta sorun yaşadığı görüldü: Ekranda noktaların hareketini takip etmek, ki bu sonuç bekleniyordu zaten, ve bazı noktaların ne kadar süreyle ekranda kaldığı tahmininde bulunmak.


Bu ikili sorunun nedeni ise şu olabilir: Hareket algı sistemimizin kendi kronometresi var ve görme alanımızda nesnelerin ne kadar hızlı hareket ettiğini kaydediyor. Beyinde herhangi bir hasar oluştuğunda ise dünya durmuş görünüyor. Baker olayında, onun ılık duşa girmesi, durumu daha da ağırlaştırmış olabilir; yani sıcak su kanı beyinden uzaklaştırıp uzuvlara akmasına neden olduğu için beyin işlevlerinin daha da kesintiye uğramasına neden olmuş olabilir.
Ama bu sadece ihtimallerden biri; zaman algısında çarpıtılma hissi yaşayan hastaların tümünde V5 bölgesinde hasar olmayabilir; başka etkenler bulunabilir.

Fotoğraf kareleri

Başka bir açıklama da şu olabilir: Beynimiz algıladığı şeyleri, film makarasından “enstantaneler”, anlık görüntüler şeklinde aralıklı olarak kaydeder. Sağlıklı bir beyin bu tek tek fotoğrafları yapıştırıp birleştirerek görüntüyü canlandırır; fakat beyindeki bir hasar nedeniyle yapışkan ortadan kalkarsa ortaya çıkan görüntü, anlık enstantaneler olarak kalır.

Normal görüntünün beynimizde çarpıtılması tecrübesini hepimiz zaman zaman yaşamışızdır. Örneğin, içinde bulunduğumuz aracı hızla geçen bir arabanın tekerlekleri durmuş gibi görünür. Bunun nedeni, beynimizin çektiği aralıklı enstantanelerin tekerleğin tüm çevrim anlarını yakalayamamasıdır. Eğer beynimiz her “kare”yi çekerken tekerlek çevrimini tamamlamışsa, bu kareler onu hep aynı pozisyonda yakaladığı için biz de onu duruyormuş gibi görürüz.
LSD uyuşturucusunu kullananlar genellikle “görsel iz” olgusundan bahseder; yani örneğin Matrix filmindeki gibi kurşunun iz bırakarak hareket etmesi hali gibi. Uzmanlar, beynin bu kareleri yapıştırırken bir şekilde üst üste getirmesi durumunda bu görsel yanılsamanın oluşabileceğine inanıyor.

Stres hormonları

Hayati tehlike içeren kazalarda da zamanın durduğu hissine dair ifadelere oldukça sık rastlanıyor. Bir araştırmada, ölümle yüzleşen insanların yüzde 70’inin yaşadıkları olayın ağır çekim halinde oluştuğunu belirttiği görüldü. Bazı uzmanlar, olay anında yoğun duyguların yaşanması nedeniyle daha fazla ayrıntı hatırlandığı ve olayın uzun sürdüğü fikrinin olay sonrasında oluştuğuna inanıyor. Fakat tarif edilen belirtiler nörolojik hastalarınkiyle ortak özelliklere sahip.


Finlandiya’daki Turku Üniversitesi’nden Valtteri Arstila, ölümcül kazalardan kıl payı kurtulan insanların anormal bir şekilde hızlı düşündüğünü ifade ediyor. Arstilla bu durumu, ölüm kalım anında salgılanan stres hormonlarının tetiklediği bir otomatik mekanizmanın beynin işlem süresini hızlandırmasına bağlıyor. “Bu hızlanma nedeniyle de dış dünya yavaşlamış gibi algılanabiliyor,” diyor.
Baker, zamanın durması hissinin, bilinçli deneyimlerimizin ne kadar hassas olduğuna dair ufkunu açtığını söylüyor: “Beyindeki bir bölgenin dünya algımızı nasıl tümüyle değiştirdiğine dair çok somut bir olaydı. Bir an için her şey normaldi, sonra bir anda farklı bir düzleme geçtim sanki.”

ROSETTA: PİL SORUNUNA KARŞIN SONDAJ BAŞLATILDI

Dünyadan 510 milyon kilometre uzaktaki bir kuyruklu yıldızın üzerine inmeyi başaran uzay modülü Philea’nın pilinin biteceği kaygılarına karşın, modülün kuyruklu yıldızın yüzeyinde sondaja başladığı açıklandı.
Modülün bir tepeciğin arkasında gölgede kalması nedeniyle güneş panellerinin çalışmadığı ve modülün pilini şarj edemediği belirtilmişti.
Avrupa Uzay Ajansı (ESA) uzmanları sondaj cihazının modülü devirme riski olmasına karşın, cihazın tam güç kullanılacağını belirtti.
Biliminsanları bu yolla modüldeki labaratuvarlarda incelenmek üzere örnekler toplayabilmeyi umuyor.
Dün gece saatlerinde 67/P kuyruklu yıldızındaki sıcaklığı ölçebilmek için modüldeki termometre de faaliyete geçirildi.
Sondajdan sonuç alınıp alınamayacağının anlaşılmasının bu geceyarısını bulabileceği söyleniyor.

14 Kasım 2014 Cuma

Kuyruklu Yıldız Gerasimenko'dan kötü haber geldi

Dünyadan 510 milyon kilometre uzaktaki bir kuyruklu yıldızın üzerine inmeyi başaran uzay modülünün bir tepeciğin arkasında gölgede kalması nedeniyle güneş panellerinin çalışmadığı ve modülü şarj edemediği belirtildi. Avrupa Uzay Ajansı'nın, Philae'nin, birkaç saatlik enerjisi kaldığı bildirildi.


Dünyadan 510 milyon kilometre uzaktaki bir kuyruklu yıldızın üzerine inmeyi başaran uzay modülünün bir tepeciğin arkasında gölgede kalması nedeniyle güneş panellerinin çalışmadığı ve modülü şarj edemediği belirtildi.
Her ne kadar Philae modülü Avrupa Uzay Ajansı'yla (ESA) irtibat kurup fotoğraflar ve hatta ses kayıtları gönderse de, görevin tahmin edilenden çok daha kısa soluklu olma riski var.
Eğer Philae yeterli güneş ışını alamayıp kendi kendisini şarj edemezse sistemin tamamen devre dışı kalması olası.
67P/Çuryumov-Gerasimenko kuyruklu yıldızına modül indiren ESA'daki bilim insanları Rosetta projesinin 2015'in sonlarına kadar sürmesini ve güneş sisteminin gizemleri hakkında yeni bulguları ortaya çıkarmayı amaçlıyor.
10 yıllık bir yolculuğun ardından kuyruklu yıldıza ulaşan Rosetta uzay aracı, taşıdığı Philae modülünü Çarşamba günü kuyruklu yıldızın üzerine indirmeyi başarmıştı.


İlk iki denemede kuyruklu yıldızın yüzeyine tutunamayan Philae uzay aracı iki kez geri sekmiş ve üçüncü denemede yamuk bir şekilde de olsa yüzeyde tutunmayı başarmıştı.
Modülden gelen ilk fotoğraflar bir duvara benzeyen yükseltiye dayalı durduğu izlenimini veriyor.
Modülden gelen veriler aracın ya yan yattığına ya da dik bir eğimde durduğuna da işaret ediyor.

Şarj sorunu

Philae'nin kuyruklu yıldızın üzerinde her 12 saatte bir 1,5 saatlik güneş ışığına maruzkaldığı hesaplanıyor.
Ancak bu sürenin cihazı yeteri kadar şarj etme konusunda yetersiz olduğu da belirtiliyor.
Eğer modül daha fazla güneş ışığı yakalayamazsa şarjı Cumartesi günü bitecek.
Almanya'daki ESA faaliyetlerinin Başkanı Paolo Ferri, "Şu anki hesaplamalarımız mevcut şarjın Cuma öğleden sonra ila Cumartesi öğleden sonra arasında bitebileceğini gösteriyor" dedi.
Modül ne kadar çok çalışırsa şarjının da o kadar hızlı tükenebileceği ifade ediliyor.

Konum değiştirme çalışmaları

ESA'daki bilim insanlarının şimdiki çabası ise modülün konumunu daha çok güneş alan bir noktaya taşımak yönünde.
Seçeneklerden birisinin modül üzerindeki hareketli parçaları kullanarak küçük bir sıçrama yapılması olduğu ifade ediliyor.
Ancak herhangi bir seçeneği planlayıp uygulamaya koymaya yetecek kadar süre olmadığından da endişe edenler var.
Bu nedenle ESA şu anki önceliğini "Philae modülü çalışır haldeyken toplayabildiğimiz kadar veri toplayacağız" şeklinde özetliyor.
Ancak Rosetta projesinin en önemli hedeflerinden birisi olan kuyruklu yıldızda sondaj yapma seçeneği şu an için şarj sorunu nedeniyle masadan kalkmış durumda.
Modülün sondaj yaparak kuyruklu yıldızın içindeki kimyasal yapıları incelemesi hedefleniyordu.
Modülün operatörlerinden Jean-Pierre Bibring, "Şu an sadece yüzeyi kokluyoruz. Ancak elbette bu bize kuyruklu yıldızın kimyasal yapısı konusunda çok net bilgiler vermiyor. Sondaj apmamız gerek ama şu an bu sondajı yaparsak projeyi de öldürmüş oluruz" diyor.

ESA: Philae'nin birkaç saatlik enerjisi kaldı
Avrupa Uzay Ajansı'ndan (ESA), "Philae'nin pilinin birkaç saatlik ömrü kaldı. Yedekteki güneş panellerinin devreye girmesi gerekiyor ancak araç gölgede bulunuyor" denildi. "Philae"nin twitter hesabından yayınlanan mesajda, "Günaydın Dünya! Kuyruklu yıldızda çok yoğun bir gece geçirdim. Ekibimle yeniden irtibat halindeyiz" ifadesine yer verildi.
Yaklaşık 60 saatlik pil ömrü bulunan uzay aracı modülü "Philae"den dün ilk fotoğraflar gelmeye başlamıştı.
İnsanlığın uzay serüveni açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilen uzay araştırmasıyla ilk kez bir kuyruklu yıldız çok yakından tanınmış olacak. Rosetta'nın iniş aracı Philae, kuyruklu yıldız yüzeyinde görüntüler alıp ölçüm yaparak elde ettiği verileri Dünya'ya gönderecek. Philae'nin topladığı bilgilerin kuyruklu yıldızların yapısına ilişkin birçok soruya ışık tutması bekleniyor.

TAŞ DEVRİ DİYETİ DAHA MI SAĞLIKLI?

İşlenmiş gıdaların sağlıksız olduğunu biliyoruz; ama bu nedenle tarih öncesi bir diyete geri dönmeye çalışmak mantıklı mı?

Taş Devri insanları ne pizza yiyordu ne de kek. Eti için hayvan avlıyor, balık tutuyor, ormandan fındık-fıstık ve yemiş topluyordu. Bazıları, 2,5 milyon ile 10 bin yıl öncesinde yaşayan bu insanların uyguladığı diyetin insana en uygun diyet olduğu görüşünde.
“Taş Devri diyeti”ni destekleyenlerin argümanı şu: İnsan vücudu Taş Devri’nde yaşama adapte oldu; o günden bu yana genetik yapımızda pek bir değişiklik olmadığı için bu dönem insanlarının tarım öncesi uyguladıkları diyet biyolojik olarak insana daha uygundur. Bu diyeti savunanlar, insanların bugün her türlü süt ürünlerinden, makarna, ekmek, pirinç gibi tahıl ürünlerinden, hatta baklagillerden uzak durması gerektiğine inanıyor. Kalp hastalıkları, diyabet, kanser gibi modern hastalıkları insanın Taş Devri’ndeki anatomik yapısına uygun olmayan bir beslenme tarzına sahip olmasına bağlıyorlar.
Peki, mağarada yaşayan insanların diyetinin bizim için daha iyi olacağına dair bilimsel bir veri var mı? Burada iki sorunun yanıtını aramak gerekiyor: Birincisi, modern insan Taş Devri insanı ile biyolojik olarak aynı mıdır? İkincisi, o devrin beslenme tarzı bizim için daha mı faydalı olacaktır?
Taş Devri diyetini savunanlar, o diyetin insanın sindirim sistemine daha uygun olduğu görüşünde. Tarım ve hayvancılığın ortaya çıkmasıyla beslenmemize giren süt ve tahıl ürünlerinin insanın evrimine ve vücut yapısına aykırı olduğunu ileri sürüyorlar. 2012’de Polonya’da yapılan bir araştırma, Batı ülkelerindeki nüfusun günlük enerji kaynağının yüzde 70’ini oluşturan süt ve tahıl ürünleri, şeker ve işlenmiş yağın Taş Devri insanının yemekleri arasında yer almadığını belirtiyordu.

Genetik değişim

ABD’deki Minnesota Üniversitesi’nde evrimsel biyoloji uzmanı Marlene Zuk ise bu görüşe katılmıyor. Zuk, farklı genlerin farklı oranlarda değişim gösterdiğini, bu nedenle Taş Devri insanı ile genetik olarak tıpa tıp aynı olmamızın beklenemeyeceğini vurguluyor. İnsan sürekli evrim halindedir. “O dönem sahip olduğumuz bazı genler de yaşamın sadece suda var olduğu dönemdeki genlerle aynı diye suda beslenmemiz gerektiğini mi söylemeli?” diye soruyor Zak.
İnsanın tarihi bakımından son dönemler olarak adlandırabileceğimiz bir genetik değişim 7 bin yıl öncesine denk düşen laktoz direnci ile ilgili. İnsan yavrusu sütle besleniyor, ama anne sütü kesildiğinde başka bir süt verilmesi durumunda mide ağrısı ve ishal gibi rahatsızlıklar baş gösteriyordu. İnsanlar inekleri sütü için değil, eti ve derisi için beslemeye başlamıştı. Ama inek sütünü içip de sindirebilen insanlar evrimsel bir avantaj kazanmış oldular; sadece fazladan bir besin kaynağına kavuşmakla kalmayıp, temiz içeceğe de kavuşmuş oldular. Böylece hayatta kalma şansları daha da arttı ve sütü sindirmelerini sağlayan genlerini çocuklarına da aktarma olanağına sahip oldular. Böylece zamanla sütle beslenebilen insan sayısı farklı yerlerde farklı sayılarda artmış oldu.
Genetik olarak Taş Devri insanı ile yüzde yüz örtüşmesek de bu dönemin beslenme tarzı yine de bizim için daha iyi olabilir mi? Çoğunluğu işlenmiş gıdalardan oluşan bir diyet karşısında Taş Devri diyeti elbette üstün gelecektir; ama sağlıklı bir beslenme tarzı ile kıyaslandığında aynı sonuca varabilir miyiz?
Bu konuda yapılan araştırmalar şunu göstermiş: Taş Devri diyeti ile daha hızlı kilo kaybedebiliriz; ama yapılan deneylerin çoğu kısa dönemli ve insanları böyle bir diyet yapmaya ikna etme konusundaki sıkıntılar nedeniyle az sayıda insanla yapılmış.

Mağara diyeti mi, Kuzey diyeti mi?

Bu yıl yeni bir araştırma ile konu tekrar gündeme geldi. Araştırma, Taş Devri’ndeki beslenme tarzının insan için daha iyi olduğunu gösteren verilere ulaşıldığını iddia ediyordu. Yapılan kontrollü deneyin süresi iki yılı kapsıyordu; yani diğer deneylere kıyasla daha uzundu. Ortalama 60 olan denek sayısı da diğerlerine göre daha fazlaydı. İki yıl boyunca deneklerin bir kısmına Taş Devri diyeti, diğerlerine ise yağ oranı düşük olan Kuzey diyeti uygulanmıştı. Kuzey diyeti hiçbir yiyeceği dışlamıyor, fakat az yağlı süt ürünlerine ve lifli tahıl ürünlerine dayanıyordu. Deneklerin alması gereken ideal miktarda protein, yağ ve karbonhidrat hedefleri belirlenmişti.
Deney sonucunda şu görüldü: Her iki gruptaki denekler de kilo kaybetmişti; ama altı ayın sonunda Taş Devri diyetini uygulayan kadınlar Kuzey diyetini uygulayanlara oranla daha fazla kilo kaybetmiş, belleri daha fazla incelmişti. Fakat iki yılın sonunda her iki gruptaki denekler arasında kilo bakımından fark kalmamıştı. Tek fark zararlı olarak değerlendirilen kan yağlarının, trigliseridlerin oranıydı. Ancak Kuzey diyeti uygulayanlarda da bu oran güvenlik sınırları içinde, normal seviyedeydi. Her iki gruptaki denekler de diyete uymanın zorluklarından ve besin gruplarını hedef olarak gösterilen ideal miktarda tüketememekten yakındılar. 2011’de yapılan başka bir deneyde denekler Taş Devri diyetinde yeterli miktarda kalsiyum, demir ve lif almanın zorluğunu dile getirmişti.
Yani kısacası, mağara devri insanları gibi beslenmenin daha iyi olduğunu gösteren bilimsel bir veri yok. Beyaz ekmek, şekerli kahvaltılık tahıllar gibi aşırı miktarda işlenmiş gıdalara dayalı bir beslenme elbette sağlıklı değil. Ama bu her türlü süt ve tahıl ürünlerinden kaçınmak anlamına gelmemeli, eğer bunlara karşı herhangi bir alerjiniz yoksa.
Kilo vermek açısından ise söylenebilecekler zaten bildiğimiz şeyler: Az yiyip, çok hareket etmek. Yani hâlâ sihirli bir değnek yok!

TIP DÜNYASINDA EZBER BOZDU

Dr. Natasha Campbell-McBride, otizmli olan kendi oğlunu ve 10 binden fazla otizmli çocuğu, uyguladığı doğal GAPS diyetiyle iyileştirdi. Şizofreni, depresyon, MS gibi psikiyatrik hastalığı olan yüzlerce hastayı da aynı yöntemle tedavi eden nörolog sadece SABAH Pazar’a konuştu: Tıp bilimi hastalıkları kalıplara koyuyor ve sorunu çözmüyorlar. Hastalıkların ana kaynağı bağırsaktır. İnsanı doktorlar değil sadece doğa iyileştirir.
Kendisinden, Türkçe’ye Adalin Yayıncılık tarafından çevrilen “GAPS Bağırsak ve Psikoloji Sendromu İçin Doğal Tedavi Yöntemi” isimli bir kitapla haberdar oldum. Kitabı inceledikçe nöroloji ve beslenme alanında uzmanlaşan Dr. Natasha Campbell-McBride’in yöntemine ilgim arttı. Kitap kendi kendinizi tedavi edebileceğiniz reçeteler barındırıyordu zira. Bir konferans için geldiği İstanbul’da buluştuğumuz Dr. Natasha, otizm teşhisi konulan oğlunu kendi doğal yöntemiyle tedavi ederek binlerce otizmli hastanın ışığı olmuş. Otizm yanında şizofreni, dispraksi, disleksi, depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, epilepsi, MS gibi bütün hastalıkların bozuk bağırsak florası nedeniyle beynin toksinleşmesi sonucunda ortaya çıktığını kaydeden Dr. Natasha, “Tıp bilimi hastalıkları kutucuklara koyar, beyin ve bağırsak arasındaki ilişkiye bakmaz. Antibiyotiklerle bu denge daha da bozulur. Acil ve hayati durumlarda elbette tıbba ve doktorlara ihtiyaç var. Ama doğru şeyleri yersek birçok kronik hastalıklar iyileşir” diyor. Çok çarpıcı açıklamaları olan McBride’in önemli uyarıları var: Süpermarketlerden yiyecek almayın, tahıl kullanmayın, diyetinizi değiştirin, doğal otları kullanın, kimyasalları bırakın, güneşe çıkın. İnsanı doktorlar değil sadece doğa iyileştirir.
- GAPS adını verdiğiniz bağırsak ve psikoloji sendromu fikri nasıl ortaya çıktı?
- Ben nöroloji doktoruyum. Nörolojik hastalarla ilgilenen büyük bir hastanede çalışıyordum. Ve hepsinin çok ciddi sindirim problemleri olduğunu keşfettim. Ama bizim bildiğimiz klasik tıpta nörologlar sindirim sistemine hiç bakmazlar. Beyin ve bağırsak arasında bir ilişki kurmazlar. Ancak bir bağlantı olması gerektiğine inandım. Çünkü bağırsak florası diye bir kavram var. Ve hücresel olarak genetik yapılanmamız yüzde 90 bağırsak florasından etkileniyor.
- Bağırsak, beyinden daha önemli yani?
- Öyle. Yaşadığımız mikro sistemde vücudumuz bir kabuk aslında. Ve yaşadığımız her şey bağırsak florasından kaynaklanıyor. Orası çok iyi organize olmuş mikro dünyadır. Bakteri, mikrop, mantar, solucanlar var. Hem de trilyonlarca! Ve bilim bunu yeni araştırmaya başladı. Mikroplar birbirini yiyor, birbirini kontrol ediyor. Sağlıklı insanda yararlı bakteriler daha hakim ve zararlı trilyonlarca mikrobu kontrol ederler.
- Denge nerede bozuluyor?
- Antibiyotiklerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra keşfiyle başladı her şey. Özellikle ampisilin gibi antibiyotikler kötü bakteriler gibi iyi bakteriyi de öldürüyor. Bağırsak florasının tekrar dengeye gelmesi haftaları, ayları alıyor. Ama bu sırada kötü bakteriler hücum edip bağırsağı kaplıyorlar. Kötü bakteriler yayılırken iyi bakterilerin yayılmasını da engelliyorlar. Art arda antibiyotik kullanımında da bu kötüye gidiş artıyor.
GENLERİMİZ KADERİMİZ DEĞİLDİR
- Tek sorumluluğu antibiyotiklere yüklemek yanlış olur herhalde?
- Elbette tek sorumlu antibiyotikler değil. Başka faktörler de var. Diş hekimlerinin ağzımızda uyguladığı tedavilerdeki işlemlerde civa ve çeşitli toksinler bağırsağımızı etkiliyor. Civa içeri girer biz yutarız ve onlar kötü mikropların artmasına neden olur. Annelerin bebeklerini emzirmek yerine mama ile beslemesi bu hastalıkları artırır. Annenin mahsur kaldığı bütün kimyasal yüklenmeler, kullandığı makyaj malzemeleri de dokuz aylık hamilelik sürecinde bebeğe gidiyor. Bebek toksin bir yüklenmeyle doğar.
- Bu hastalıklar antibiyotikler keşfedilmeden önce yok muydu?
- Antibiyotikler hayat kurtarır ama çok ciddi hastalıklarda kullanmak gerekir. Bu hastalıkların salgınlığı hep antibiyotiklerin keşfinden sonra gelişti. Mesela otizm 25 yıl önce on binde bir çocukta vardı. Bugün 40 çocuktan birine otizm teşhisi konuyor. Bilim adamları 2020′de iki çocuktan birinin otizmli olacağını öngörüyor. Bizim genlerimiz kaderimiz değildir. Doğarken o kadar çok genetik seçeneğimiz var ki… Yediğimiz yiyecekler ve çevredeki toksik yük hangi hücrelerin baskın kalacağını ve hangi kanser hücrelerinin uyanacağını belirliyor. Kanser, MS gibi rahatsızlıklar böyle oluşuyor.
- Çocuğunuzun otizm olduğunu anladıktan sonra mı bağırsak florasına yöneldiniz?
- Benim çocuğuma otizm tanısı konulduğunda bu benim kişisel bir meselem oldu. Ve o anda profesyonel mesleğimin otizm konusunda bir şey yapamayacağını öğrendim. Bunu asla kabul edemezdim ve araştırmalarıma hız verdim. O zaman farkettim ki otizmli çocukların hepsinin bağırsak florasında problem var. Ve anladım ki bu florayı iyileştirirsem otizm de yok olacak. Şimdi otizm teşhisi konan çocuğum 21 yaşında, üniversiteye gidiyor ve çok sağlıklı. Ancak şu an dünyanın her yerinde binlerce otizmli çocuğu hayata döndürmek için uğraşıyorum.

KOPENHAG’TAN ÇEVRE DOSTU ATILIM

Çevre dostu atılımlarıyla tanınan Danimarka’nın başkenti Kopenhag akıllı ışıklarıyla gündemde. Sokak lambalarında enerji tasarrufunu amaçlayan akıllı ışıklar; yayalar, araçlar ya da bisikletler geçerken yanacak ancak sokakta kimse yoksa kendini söndürecek.
Her lambanın akıllı telefon ya da tabletle kontrol edilebildiği sistem Danimarka sokak ışıklandırma laboratuvarı Doll tarafından hayat geçirildi.
Danimarka’da bazı sokak lambaları güneş ve rüzgar enerjisiyle çalışıyor. Laboratuvarlarda sensörler, gürültü, UV ışınlarının yoğunluğu da sitede test ediliyor. Araştırmacılar değerlere bakarak en etkin ve tasarruflu yöntemi seçmeyi planlıyor.
Doll , teknisyen şefi Kim Brostrom: “9 kilometre uzunluğunda bir alanda sokak lambalarını deniyoruz. 280 lamba yarleştirdik bile. 50 farklı yolla tasarruf sağlayan lambalar bunlar. 10 yönetim sistemine sahibiz ve açık alanda birçok farklı sensörle deneme yapıyoruz” sözleriyle çalışmalarından bahsetti.
Sensörlü sokak lambalarının Kopenhag’da ışıklandırma alanında %85 oranda tasarruf sağlaması bekleniyor.

İNSANI ZEKİ KILAN NE?

Google ve Vikipedi’nin hayatımıza girmesi iyi mi oldu, kötü mü? Araştırmalar, kendi beynimiz kadar diğer insanların ve araçların da zihnimiz üzerinde etkisi olduğunu gösteriyor.

Zekâmızı kendimizin yarattığına inanmak isteriz; kafalarımızın içinde, kendi düşüncelerimizin bir ürünü olduğuna. Fakat Google, Vikipedi vb. internet araçlarının giderek yaygınlaşması, bazı insanları teknolojinin beynimiz üzerindeki etkilerini sorgulamaya yöneltti. “James Bond filmlerinde başrolde kim oynadı?” sorusunu arama kutusuna yazıp tıklamakla doğrudan sorunun cevabını bilmek aynı şey mi? Bu bilgiye nasıl ulaşacağımızı biliyorsak sorunun yanıtını da bildiğimizi söyleyebilir miyiz?
İnternetin beynimizdeki düzenekleri yeniden şekillendirdiğine dair daha önce yazdıklarımız olmuştu; ama burada sorun zekâyı nasıl tanımladığımızla ilgili. Bu konudaki psikolojik araştırmalar, zekâmızın büyük kısmının, kendimizi çevremize ve diğer insanlara göre nasıl konumlandırdığımıza bağlı olduğunu gösteriyor.

‘Algısal cimrilik’

Psikologlar arasında etkili olan teorilerden birine göre, insan algısal olarak cimridir. Yani, mecbur kalmadıkça kafa yormak yerine kestirmeden gitmeyi tercih ederiz. Bir siyasi partinin adayına gülümsemesi yüzünden oy verdiyseniz, ya da oturmak için kalabalık olan restoranı seçmişseniz bu sınıfa giriyorsunuz demektir. Gideceğimiz yerin lokasyonunu tam öğrenip ezberlemek yerine Google Map’e ya da navigasyon aracına adresi yazıp yönümüzü bulmayı tercih etmemiz de algısal cimrilikten dolayıdır diyor uzmanlar. Çünkü böylesi çok daha kolaydır.
Araştırmalar, insanların kolay erişebilecekleri bilgiler için hafızalarına başvurma eğiliminde olmadığını gösteriyor. Örneğin gözümüzün önündeki şeyler biz farkına varmadan büyük bir değişim gösterebilir. Yapılan deneylerde, bakılan resimlerden büyük bir bina çıkarıldığında ya da konuşulan kişinin yerine başka biri geçirildiğinde bile bazen değişikliğin fark edilemeyebileceği görülmüştür. Bu duruma “değişiklik körlüğü” deniyor. Bunun insanın aptallığıyla bir ilgisi yok; daha çok zihinsel etkinlik sorunu. Zihnimiz, dünyayı gördüğü şekline hafızamızdan daha çok güveniyor ve bu genel olarak yararlı bir varsayım olarak görülüyor.
Bunun sonucunda filozoflar, zihnin çevre üzerine yayılacak şekilde tasarlanmış olduğunu iddia ediyor. Öyle ki, diyorlar, düşünce aslında beynimizde olduğu kadar çevrede de vuku buluyor. Filozof Andy Clark, insanları “doğuştan sayborglar”, yani yeni alet, fikir ve becerileri doğallığından bünyesinde barındıran bir zihne sahip insan ve robot karışımı sibernetik canlılar olarak adlandırıyor. Clark’a göre, çözüm bulmak için kullanılan yol sorun değildir; doğrudan cevabı bilmek ile cevabı bulmak için doğru araçlara sahip olmak arasında fark yoktur.

Toplum kazanıyor

Harvard Üniversitesi’nden Daniel Wegner’in yaptığı bir hafıza araştırması, bu konuya ışık tutuyor. Eşler laboratuvara çağrılarak bir ezber testine tabi tutuluyor. Eşlerin yarısı bir arada tutulurken diğer yarısı daha önce tanımadıkları başka kişilerle eşleştiriliyor. Daha sonra her iki grup kendilerine verilen kelime listesini sessizce ezberlemeye çalışıyor ve bunun sonunda teste tabi tutuluyor. Kendi eşleriyle eşleştirilmiş olan çiftlerin hem genel olarak hem de tek tek bireyler olarak daha fazla kelimeyi hatırladıkları görülüyor.
Wegner bunun nedenini şöyle açıklıyor: Kendi eşleriyle gruplanan kişiler yanlarındaki insanı daha iyi tanıdığı için aslında zımnen kelimeleri kendi aralarında paylaşıyor; örneğin eşlerden biri, diğerinin spor kelimelerini ezberleyeceğini düşünerek kendisi de teknoloji kelimelerini ezberliyor. Böylece, birbirini tanımadığı için aralarında herhangi bir zihinsel işbölümü gerçekleşmeyen çiftlerden çok daha iyi sonuç alıyorlar. Yani bir sorunun yanıtı için başvurduğunuz internet arama motoru gibi, düzenli ilişkide bulunduğunuz kişilere de belli şeyleri düşünmeleri doğrultusunda güven duyabilir, hafızaya alma konusunda ortak bir sistem geliştirebilir ve ihtiyacınız olduğunda onları hatırlayabilirsiniz. Wegner buna “geçişken hafıza” diyor.

Bilgiyi paylaşmak

Bu şekilde işleyen bir zihne sahip olmak insan türünün en güçlü özelliklerinden biridir. Her şey için kendi kaynaklarımıza bağlı olmak yerine, bilgimizi paylaşabilir ve ortak bir havuz oluşturabiliriz. Teknoloji bireylerin işine yarayacak şeylerin izini sürüyor, böylece bizim bunları yapmamız gerekmiyor. Ayrıca büyük bir bilgi ağı oluşturma yoluyla bir bütün olarak toplumun ihtiyaçları da karşılanmış oluyor.
Bizler tek tek bireyler olarak bilgisayarın nasıl çalıştığını, ya da brokolinin nasıl yetiştiğini bilmesek de bu bilgi ortada duruyor ve bizler de bundan yararlanabiliyoruz. İnternet ise bu bilgiyi paylaşmada daha büyük bir olanak sunuyor. Vikipedi bunun en iyi örneklerinden biri; dünyadaki herkesin yararlanabileceği, gelişen bir bilgi deposu.
Yani içinde yaşadığımız odalar, çalıştığımız binalar gibi fiziksel bir çevreye sahip olmanın yanı sıra ruhsal bir çevreye de sahibiz. Yani, biri bize zihniniz nerede diye sorduğunda alnımızın ortasını göstermemeliyiz. Geçişken hafıza gibi alanlarda yapılan çalışmaların gösterdiği gibi, zihnimiz, kafatasımızın içindeki beyin hücrelerimiz kadar, etrafımızdaki insanlardan ve araçlardan de oluşuyor.