22 Kasım 2014 Cumartesi

AIDS TEHDİT UNSURU OLMAKTAN ÇIKACAK

Birleşmiş Milletler AIDS ile Mücadele Programı (UNAIDS), AIDS hastalığının 2030 yılına kadar küresel bir tehdit unsuru olmaktan çıkacağını açıkladı. AA 19 Kasım 2014 16 yıl sonra önemi kalmayacak
BM Cenevre Ofisi’nden yapılan yazılı açıklamada, önümüzdeki 5 sene içerisinde AIDS ile mücadelede hızlı bir yol izlenirse 2030 yılına kadar 28 milyon yeni enfeksiyonun ve AIDS’e bağlı 21 milyon ölümün engellenebileceğine dikkati çekildi. Açıklamada, AIDS ile mücadele çalışmalarına hız verilmezse HIV virüsünün çok hızlı şekilde yayılarak, günümüz rakamlarının çok daha üstüne çıkacağı uyarısında bulunuldu.
Hastalığın ortaya çıkışından bu güne kadar yaklaşık 78 milyon kişinin HIV virüsü kaptığı ve 39 milyon kişinin AiDS’ten öldüğü belirtilen açıklamada, “AIDS’s bağlı ölümlerin sayısında 2005 yılından bu yana yüzde 35 düşüş görüldü. Hastalıkla mücadeleye hız verildiği takdirde AIDS virüsü 2030 yılına kadar küresel bir tehdit unsuru olmaktan çıkacak” denildi.

AĞRILARA OZONLA ÇÖZÜM

Cumhuriyet Üniversitesi (CÜ) Tıp Fakültesi Anestezi ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Caner Mimaroğlu, ozonun hücresel yenileme sağlayıp ağrıyı azalttığını belirterek, ülser, diz ve bel ağrısı, diyabet gibi rahatsızlığı olanların ozon tedavisini tercih edebileceğini söyledi. AA 19 Kasım 2014 Ağrılara ozonla çözüm
CÜ Tıp Fakültesi Algoloji (Agrı) Bilim Dalı Başkanlığı görevini de yürüten Mimaroğlu, ozonun yerkürede mevcut olan ve ozon jeneratöründe yapay olarak üretilebilen bir gaz olduğunu belirtti.
CÜ’de Ozon Araştırma Merkezi bulunduğunu ifade eden Mimaroğlu, ozonu 5 yıldır bilimsel olarak araştırdıklarını ve hastalara ozon tedavisi uyguladıklarını söyledi. Ozon terapisinin tamamlayıcı tedavi yöntemi olduğunu belirten Mimaroğlu, hastanın ağrıyan yerini belirledikten sonra ozonu şırıngayla vücuda enjekte ettiklerini dile getirerek, “Bel fıtığı tedavisinde de hastadan alınan kana ekleyerek veriyoruz. Ozon, ağrıyan yeri tekrar oluşturuyor, hücresel yenileme sağlayıp ağrıyı azaltıyor” diye konuştu.
“HASTALARIMIZA TEK BAŞINA BİR OZON TEDAVİSİ ÖNERMİYORUZ”
Hastalık türüne göre de tedavide birkaç yöntem kullandıklarını ifade eden Mimaroğlu, şunları söyledi:
“Bunlardan biri, hastadan kan alınıp ozonlayarak geri vermek. Bu yöntemi bel fıtığı rahatsızlığı bulunan hastalara uyguluyoruz. Hastaya belli miktarda ozon veriyoruz ve böylelikle fıtıkta küçülme sağlıyoruz. Diz içi ozon uyguluyoruz, hastanın dizinde ağrıyan bölgesine ozon enjekte ediyoruz. Seanslar, hastalığın tedavisine göre değişiyor, dizde 3 seans, bel için de bir seans uyguluyoruz. Tedavide en yüksek başarıyı da diz ağrısı bulunanlarda sağlıyoruz. Ayrıca hastanın bağışıklık sistemini güçlendirmede, enfeksiyonda, tümör vakalarında, diyabette, bölgesel zayıflamada alternatif olarak kullanıyoruz ama bunları ilave tedaviler olarak yapıyoruz. Hastalarımıza, tek başına bir ozon tedavisi önermiyoruz. Hastalarımızın yüzde 80′i bu terapiden memnun kalıyor ve fayda görüyor. Hastalar için bu tedavinin yan etkisi yok ve biz, faydasının yüksek olduğu kanaatindeyiz.”
Prof. Dr. Caner Mimaroğlu, “Halsizlik hisseden, özellikle enfeksiyon problemi olan ve bağırsak enfeksiyonları bulunanlar, tümörü olanlar, ülser, ülseratif kolit, diz ağrısı ve bel ağrısı bulunanlar, diyabetik hastalar, bölgesel zayıflama isteyen hastalar, ozon tedavisini rahatlıkla tercih edebilir” dedi.
Ozon tedavisinin erişkin tüm hastalara uygulanabileceğini ifade eden Mimaroğlu, Sağlık Bakanlığınca hazırlanan “Geleneksel, Tamamlayıcı, Alternatif Tıp Uygulamaları” yönetmelik taslağında bu tedavinin yer almasının mutluluk verici olduğunu söyledi.

SİBER VİRÜS,ANDROİD KULLANICILARINI KORKUTACAK

Yüzlerce Android telefon kullanıcısı, çok etkili bir virüsün kurbanı oldu.
Üstelik virüs, mobil cihazların güvenliğinden sorumlu şirketler tarafından yıllardır görülen en ‘sofistike’ yazılım olarak adlandırılıyor.
Çünkü bu kötü amaçlı yazılım, Android telefonlar üzerinden, sizin yerinize istenmeyen e-posta gönderimi yapıyor, etkinlikler için toplu bilet satın alıyor, WordPress üyesi bloglara saldırıyor.
Mobil cihaz güvenlik şirketi Lookout, virüse NotCompatible (Uyumsuz) ismini verdi.
Virüsün arkasındaki siber hırsızlar, çekirdek kodu yeniden yazdırarak ve mobil cihazlardaki bilindik virüslerden farklı bir düzlem üzerinden çalışarak, güvenlikçilerin işini zorlaştırdı.
Kiralık kurbanlar
Lookout güvenlik şirketinden analist Jeremy Linden, normalde bu tarz kötü amaçlı mobil yazılımların sadece birkaç hafta sürdüğünü, ancak NotCompatible’ın iki yıldır işler halde olduğunu söyledi.
Bu virüs, uzmanlara göre masaüstü bilgisayar virüsleri kadar gelişmiş.
Özellikle yenilenmiş versiyonundaki şifreleme sistemi, kullandığı ağlar ve sinsi işlem prosedürleri yüzünden, virüsün yakalanması ve cihazdan silinmesi çok zor.
Uygulama indirirken dikkat
NotCompatible virüsünün kurbanı olmamak için, istenmeyen e-postalar ve ‘bubi tuzağı’ niteliğindeki yüklemelere dikkat etmek gerekiyor.
Güvenlik uzmanları, uygulamaların bize hatırlatma yaptığı, ancak sıklıkla pas geçtiğimiz güvenlik amaçlı güncellemelerin de uygulamayı açmadan önce tamamlanması gerektiğinin altını çiziyor.
‘Aynı şifreyi farklı sitelerde kullanmayın’ uyarısı
Ayrıca Apple cihazları hedef almış Wirelurker ve Masque adlı ‘kötü amaçlı yazılım ailelerinin’ yayılması, uzmanlara göre siber hırsızları cesaretlendiriyor.
Tehlikenin büyümesinde en büyük pay, insanların yüzde 70′inin aynı şifreyi farklı hizmet ve sitelerde de kullanması.
Wandera mobil güvenlik şirketinden Eldar Tuvey, “Bu ‘kötü adamların’ dikkatini mobil cihazlara verdiğini görüyoruz. Bunun sebebi, modern hayatta masaüstü bilgisayarlardan çok telefon uygulamalarında zaman geçirme alışkanlığının artması” diye konuştu.
Eldar Tuvey, telefonlara virüs ‘sızdıran’ uygulamaların kullanıcı adı, e-posta adresleri ve diğer yazılım metinleri üzerinden yayıldığının altını çizdi ve siber suçluların bilgileri kendi aralarında paylaştıklarını ve bu şekilde, saldırılarının etkisini arttırdığını kaydetti.

DEPREMLERİ TAHMİN ETMEK MÜMKÜN OLACAK MI?

Bilimadamları depremlerin nerede gerçekleşeceğini tahmin etse de zamanını kestiremiyor. Amerikalı bir jeolog ve ekibinin yaptığı çalışma sayesinde artık bir depremin en azından büyüklüğü önceden bilinecek
ST. LOUIS—
Yer kabuğu tektonik plakalardan oluşan bir mozaiğe benziyor. Bu plakalar bazen birbirlerinin altına doğru kayıyor. Bunun gerçekleştiği yerlere “dalma- batma zonu” deniyor ve depremler buralarda meydana geliyor.
Güney Florida Üniversitesi’nden jeolog Timothy H. Dixon bu tür depremlerin örneğinin en son 2004’te Sumatra’da ve 2011’de Japonya’da yaşandığını, bunların tsunamilere yol açarak büyük can kaybına yol açtığını söylüyor.
Dixon ve çalışma arkadaşları yüksek hassasiyette GPS hesaplamalarıyla yavaş hareket eden kayma olaylarını inceliyor. Bunlar bir tür yavaş çekimde depreme benziyor ve standart aygıtlarla algılanamıyor.
Dixon, yavaş kayma olaylarının fay hatlarının bir tür rahatlama hareketi olduğunu belirtiyor ve yeterince rahatlama gerçekleşirse, fayın bu bölgesinin çatlamadığını söylüyor.
Uzman bunun kilit nokta olduğunu, çünkü faylar ne kadar fazla çatlarsa depremin de o kadar büyük olduğunu belirtiyor.
Uzmanlar, 15 sene önce Kosta Rika’da yavaş kayma olaylarını incelemek için 15 GPS alıcısı yerleştirmiş. Bu tür olaylar 1-2 senede bir gerçekleşiyor. Sonuncusu 212 depreminden 3 ay önce gerçekleşmiş.
İnsanların depremin ne zaman meydana geleceğini bilmek istediğini ancak bu teknolojinin buna cevap veremeyeceğini belirten Dixon, ancak bu yöntemin depremin büyüklüğünü tahmin etmekte kullanılabileceğini söylüyor. Uzman bunu bilmenin yetkililere binaları hazırlama, tamir ve diğer hazırlıklar hakkında bilgi sunacağını söylüyor.
Bir depremin meydana gelmesinin engellenemez olduğunu söyleyen uzman “tam olarak ne zaman olacağını bilemesek de olacağını biliyoruz, eğer ne büyüklükte olacağını bilirsek buna göre hazırlık yapabiliriz,” diyor.
Timothy Dixon depreme meyilli diğer dalma-batma zonlarının da bu teknolojiden yararlanabileceğine dikkat çekiyor. Ancak bu teknolojinin şimdilik yalnızca kıyıdan çok uzak olmayan yerlerde kullanılabildiğini, çünkü GPS alıcılarının uzaydaki uyduları görebilmesi gerektiğini ve bunu su altından yapamadıklarını belirtiyor.
Dixon’ın araştırmasının sonuçları ile ilgili bir makale ABD Ulusal Bilimler Akademisi Dergisi’nde yayınlandı.

RUS BİLİMCİLERİ BİYOPOLİMERLER ÜRETİMİNİN YENİ TEKNOLOJİSİNİ GELİŞTİRDİ

Rusya kimyacıları çevre için zararsız ambalaj malzemeleri ve tek kullanımlık sofra eşyaları üretimi için kullanılabilen biyopolimerleri üretim teknolojisi geliştirdi
Şeker sanayiinin atıkları bu biyopolimerler üretimi için ham maddelerdir. Geliştirilmiş teknoloji oldukça az masraflı olmaktan başka istenilmeyen yan ürünleri vermez.
Petrokimyasal ürün olan plastik maddelerin yerine biyopolimerleri geçirmek gerektiği fikrine destek gösterenlerin sayısı giderek artıyor. Bu çok tabiidir,çünkü biyopolimerler sentetik polimerlerden farklı olarak çabuk ayrıştığı için çevre için zararsız. Biyobozunur poşet komposta konulursa 3 ay sonra kendilinden yok olur. Çünkü yerine karbondioksit ve su kalır. Birçok ülkede böyle biyopolimerlerin üretim teknolojisini geliştirmeyi amaçlayan çalışmalar yapılıyor. Ancak doğaya dost biyopolimerler üretiminin bazı teknolojileri çok masraflı oluyor.
Birleşik Amerika’da mısır nişastasından biyopolimer üretim teknolojisi geliştirildi,ancak böyle biyopolimerler polietilenden çok daha pahalıya mal olur. Bir de bir tonu üretilirken yapı işlerinde kullanılamaz alçı şeklindeki atıkların bir bu kadarı üretilir.
Rusya’da biyopolimerlerin üretimi için geliştirilmiş teknoloji daha elverişli ve çevre için tümüyle zararsız. Moskova’daki Kimya Teknolojisi Üniversitesi görevlileri bilimcilerin ispatladıkları gibi, az masraflı olan bu teknoloji poşet,ambalaj maddeleri,sofra eşyalarının üretimi için uygulanabilir. Bilimciler, nişasta ve şeker sanayiinin atıklarını polilaktik asite dönüştürme tetknolojisi de geliştirdi. Bu teknoloji üretim maliyetini ve atıkların miktarını azaltmak imkanını verir.
Projenin yönetmeni olan Rusya Kimya Teknolojisi Üniversitesi Organik sentez ve petrokimya sentez teknolojisi bölümü müdürü Valeriy Şvets’in söylediği gibi, geliştirilmiş teknoloji ayrışmaz atıkların miktarını azaltmak ve bioreaktörün verimliliğini 20 misli kadar arttırmak imkanını verir. Sonuçta biyopolimerlerin maliyeti yüzde 20 oranında azalır.
Yeni biyopolimerlerin ilk örnekleri elde edildi ve üretimi için gereken pilot işletmeyi kurmak sorunu gündeme geldi. Proje katılımcıları, devletin desteğiyle pilot işletmeyi kuracak yatırımcıları buldu.

ANILAR AY’ A GÖMÜLECEK

İngiltere’de 10 yıl içinde Ay’a bir misyon gerçekleştirilmesi için bağış kampanyası başlatıldı. Kampanyayla insanlar da bir parçalarını Ay’a gönderebilecek.
Lunar Mission One (Ay Misyonu 1) adlı proje, halka 15 dolar veya üstü bir bağışla Ay’ın yüzeyine açılan bir deliğe gömülecek hafıza disklerinde yer satın almalarını sağlıyor.
Halk, proje kapsamında disklere isteklerine göre müzik, fotoğraf ya da video kaydedebilecek. Böylece bir dünya günlüğü yaratılması amaçlanıyor. Daha fazla bağış yapan daha fazla veri kaydedebilecek ya da saç teliyle DNA’sını Ay’a gönderebilecek.
Projeyi başlatan İngiliz mühendis David Iron, “Hükümetler sadece insan bilgisi ve anlayışının gelişmesi amacını taşıyan uzay keşiflerini finanse etmekte giderek zorlanıyor” dedi. Iron, yaptıkları araştırmalar sonrası insanların böyle bir projeye ne kadar ilgili olduklarını gördüğünü söyledi.
Misyon, 10 yıl içinde bir uzay aracının Ay’a gönderilmesini içeriyor. En az 100 metre derinliğe yapılan kazılarda milyarlarca yıllık Ay katmanlarına ulaşılması hedefleniyor.
Finansman içinse Kickstarter adlı online bağış sitesi kullanılıyor. Bir ay içinde başlangıç masrafları için 940 bin dolar toplanması hedefleniyor. Şu ana dek yaklaşık 396 bin dolar toplandı.

20 Kasım 2014 Perşembe

O Kadın

O KADIN MÜZİKAL - TRAJİK FİLM 

-işte bitti. peki bunu değilde diğerini seçseydi hayatı çok mu farklı olurdu ? bunu herkes için soruyorum gerçekten farklı mı olur hayat ?

+evet farklı olurdu ama sadece öyküsü. bunu yaşayacağına öbürünü yaşamış olurdu. 
-yani?
+yani sonuç seçimlerde aynıdır. acı. her neyi seçersen seç seçemediğin hep üzüntü kaynağı olacaktır. aklın hep o seçemediğinde kalacaktır. o seçemediğini seçmiş olsaydı gene bana bu soruyu soracaktı. hayatta herşey %50 dir. aklınla davransan yüreğin, yüreğinin sesini dinlesen aklın sana  bu soruyu hep soracaktır. seçemediğin hep acı verecek. bu sabit. acı hep olacak. 
-bu kadar mı umutsuz yani ? güzel bi yanı yok mu bu seçimlerin?
+olmaz olur mu var. acını seçmekte özgürsün...


filmi izlemek için;    O Kadın - http://www.youtube.com/watch?v=hhM2tMbFTwQ 


18 Kasım 2014 Salı

PEYNİRİN GİZEMLİ DÜNYASI

Binlerce yıldır sofralarımızı süsleyen peynirin aslında bakteri ve mantarların inşa ettiği bir mikroorganizmalar kalesi olduğunu biliyor muydunuz?
Peynirin ilk ortaya çıkış amacı, kısa sürede bozulan sütün ömrünü ve kullanım süresini uzatmaktı. Bugün ise sayısız çeşidiyle tat ve besin dünyamızda önemli bir yere sahip. Altın tozu serpiştirilmiş Stilton peyniri, Sardinya adasına özgü kurtlu peynire kadar değişik çeşitleri var. Hatta bazıları koltuk altı ve ayak parmakları arasındaki bakterileri peynir yapımında kullanmayı bile deniyor.
Fakat mikroorganizmaların kalesi olan peynirin kıymetini bilmek için uzman peynir tadımcısı olmanız gerekmiyor. Bakteri ve mantarların inşa ettiği bu kalelerin yapısı da içinde yaşayan canlıların özelliklerine göre farklılık gösteriyor.
Bakteri inşaatı, sütü asidik hale getirmek için laktobasil ya da streptokok katılmasıyla başlıyor. Daha sonra eklenen bir enzim süt proteinlerini parçalıyor. Böylece proteinler sütteki yağı da yanlarına alarak topak haline geliyor, yani halk arasındaki deyimle süt kesiliyor. Peynir yapmak için bu topaklar toplanıyor ve süzülmesi için üzerine bir ağırlık konarak beklemeye bırakılıyor.
Küf mantarı işbaşında
İşte bu bekleme sırasında diğer mikroplar kendi özelliklerini peynire aşılamaya başlıyor. Örneğin ünlü Rokfor peynirine camgöbeği renkli küflü dokuları kazandıran şey, Fransa’daki mağaralarda bulunan ve Penicillium roqueforti adı verilen bir mantardır. Bu peynir, küflenmesi için mağaralarda bekletilir. Fakat dünyanın başka yerlerinde de bu mantar dışarıdan eklenerek benzer peynirler üretilebiliyor.
P. roqueforti oldukça hassas bir organizma. Havaya ihtiyacı vardır, ama fazla oksijen ölmesine yol açar. Peynir üreticileri bu peynir kalıbına metal çubuklar sokarak delikler açıp mantarın üremesi için uygun ortam hazırlar. Küf yerleşmeye başlarken peynirdeki yağı yağ asitlerine ve metil ketonlara dönüştürür; peynirdeki o sabunumsu tadı ve belirgin kokuyu veren budur. Bu küf farelere verildiğinde yaşamsal organlarına zarar veren toksinler ürettiği görülmüştür. Fakat peynirin yarattığı ortamda bu maddeler parçalanarak zararsız hale gelir.
Kamembert gibi tutkalımsı peynirler ise tam bir küf ürünüdür. Penicillium camemberti adı verilen mantarlar peynirin dış tabakasını üs edinir ama ürettiği enzimlerin yol açtığı zincirleme reaksiyon peynirin içine kadar işler. Sütteki laktik asit tuzunu sindirerek peynirin dışını içinden daha asidik hale getirir ve böylece kalsiyum fosfat iyonları yüzeye doğru çıkar. Bu iyon hareketi peynirin içini yumuşatır. Dışında ise daha fazla protein sindirimi amonyak üretilmesine neden olur. Kamembert peynirine kendine özgü kokuyu veren işte budur.
Ayak kokulu peynir
Epoisses ya da Limburger gibi olgunlaşma sürecinde birçok kez tuzlu suyla yıkanan kabuklu peynirler ise Brevibakteri linen adı verilen bakterilere ev sahipliği ediyor. Bunların yaydığı butrik asit ve izovalerik asit gibi moleküller üreterek peynire “ayak kokusu” havası veriyor. Ayaktaki kokuya neden olan da aslında aynı bakteri.
Bir tür kaşar peyniri olan çedar peynirleri ise bekleme sürecinin başında eklenen laktobasil bakterisi ile özgün tadını ve kokusunu kazanan bir peynir. Birçok farklı tat ve kokuyu barındırırlar. Peynirle ilgili özel bir terminoloji de oluşmuştur aslında. 2001’de yapılan bir araştırmada, 240 çedar peynirini tadan bir uzmanlar ekibi peynirlerin tadını sınıflandırmak için 27 farklı kelime kullanmıştır.
Yüzyıllar boyunca peynir üzerinde denenen farklı yöntemler bize bugünkü geniş yelpazeyi sağladı. Bilim insanları peynirin olgunlaşma sürecinde rol alan mikropları ve becerilerini anlamaya çalışıyor. Bu süreçle ilgili bilgimiz arttıkça peynirlerin dünyası giderek daha ilginç hale geliyor. Bir dahaki sefere peynir dilimlediğinizde onun oluşumunda rol alan mikropların katkısını düşünün
http://www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosyalar/2014/11/141117_vert-fut_peynir

ZAMANDA SIFIR NOKTASI

Zaman denilince hepimiz bir durup düşünürüz. Gerçekliğini kavramakta zorlandığımız konulardan biri olan zaman kavramı; içerisindeyken durumsal, fiziksel, konumsal, psikolojik durumlardan; beyinsel aktivitasyonlardan, varlık süreçlerinden etkilenen ve aslında varlıklara anlam kazandıran bir boyuttur. Bu bizim bilinç zamanımız (öznel zaman ) olup bir de fiziksel zaman ( saatlerin zamanı ) vardır. Zaman’ın ölçülebilen temel fiziksel bir büyüklük olarak görülmesi ilk defa Galileo Galilei ile başladı.
Planck zamanı denilen saniyenin 10−43 ‘te birinden daha kısa olan süre, fizikçilerce içinde bulunduğumuz 3+1 boyutlu uzayın sınırı ve kara delik ortamının başlangıcı olarak kabul edilir. Tıpkı ışık gibi bükülebileceği varsayılır.
Zamanı ölçebiliyor ancak gözlemleyemiyoruz; çünkü zamanın etkisindeyizdir. Çaresiz bir şekilde zamanın içindeyizdir ve zaman aslında doğrusal değildir. Zaman, uzay gibi eğrilebilir-katlanabilir-genişleyebilir, daraltılabilir. Çok esnek ve çok boyutlu bir akımdır, üst üste bindirilip katlanabilir. Bir zaman noktası bir frekans yapısında olup başka zaman frekanslarıyla senkronize biçimde örtüştürülüp çakıştırılabilir. Çekim alanının gücü arttıkça uzay-zaman eğriliği de artış gösterir. Madde uzay-zamanın nasıl eğileceğini, uzay-zaman da maddenin nasıl davranacağını belirler. Yani uzay ve zamanı birbirinden ayrı düşünemeyiz. (Peki bundan çıkılabilir mi? Ya da bulunduğumuz zaman içinden başka bir zaman boyutuna nasıl geçebiliriz? Ve diğer bir zaman boyutuna geçebildiğimizde bunu bilinçli hale getirip aynı anda iki ya da daha fazla zaman boyutu içerisinde bulunup süreçleri etkileyebilir miyiz? Ve geçtiğimiz bu yeni zaman boyutu kimin ya da neyin boyutu olacaktır?!..)
Zaman 5 duyumuzla algılanabilecek bir “madde” değildir. Brüt haliyle algılanması imkânsızdır. (Aylarca mağaralarda veya askerî sığınaklarda kalan insanlar dış kaynaklı mihenk taşlarından uzakta olunca Zaman algısını kaybettiler. Biyolojik saatleri onlara yetmedi.)
Bir başka konu da geçmişin artık olmaması, geleceğin henüz gelmemesi ve şimdinin her an geçmiş oluyor olması. O zaman yokluğa bu kadar yakın olan zamanı nasıl tanımlayabiliriz?! Wittgenstein’ın dediği gibi:“Şimdi geçmiş olduğunda nereye gidiyor? Nerede Geçmiş? İşte felsefenin en büyük zafiyeti!”. Marcel Conche Zaman ve Kader adlı eserinde şöyle diyordu: ”Zaman sadece yalanlanmış olarak gösteriyor kendini”.
Zaman, ışık hızı ile de dolaysız ilişki içinde olup maddenin ışık hızına yaklaşması durumunda zamanının yavaş akması, ışık hızında durması ve ışık hızı ötesinde de tersine akması gerçekleştiği varsayılmaktadır. Takyon denilen atom altı parçacıkların ışıktan hızlı hareket ettiği ve zamanlarının gelecekten geçmişe doğru aktığı veya içinde bulunduğumuz uzay-zamandan başka sonsuz sayıda da ihtimalin olabileceği hipotezleri de modern fiziğin ve rölativite teorisinin temelini oluşturan konulardandır.
Rölativite teorisi Zaman hakkında daha birçok kavramın değiştirilmesine mecbur eder bizi. Özellikle aynı anda meydana gelme, eşzamanlılık (fr. simultanéité) mutlak olmaktan çıkar. Bir gözlemci için gelecekte olan olaylar bir diğeri için geçmişte ve hatta bir üçüncü için şu an olmakta olabilir.
Bir başka deyişle bana göre olmakta olan olaylar hareket halinde bir gözlemci için henüz olmamış veya geçmişte kalmış olabilir. Artık kelimeler birden fazla anlam ile yükleniyor zira hareket halinde ne kadar gözlemci varsa o kadar temel saat vardır. Bütün saatlerin aynı saati göstermesini sağlayamayız. Bunu yapsak bile bir kaç saniye sonra farklı zamanları göstermeye başlayacaklardır. Her bir gözlemci kendi saati dışındakilerin yavaşladığını düşünecektir. Zaman’ın ortak bir referansının olmadığı bir nokta burası. Ama sebep-sonuç ilkesi muhafaza ediliyor. Eğer bir gözlemci için A olayı B olayından evvel olduysa (meselâ A’dan B’ye ışıklı bir işaret yollandı ise) bütün gözlemciler için bu böyledir. Geçmiş ve Gelecek belli bir mutlakiyeti muhafaza ediyor yine de.
Pekâlâ Kuantik fizik açısından Zaman kavramına nasıl bakabiliriz? Basitleştirecek olursak Schrödinger’in formülüne odaklanabiliriz. Zira ışık hızına kıyasla “düşük” hızlarda kalındığı müddetçe geçerliliğini muhafaza eder. Bu formül dalga fonksiyonunun zaman içindeki evrilişini hesaplamaya yarar. Ters çevrilebilir ve determinist bir formüldür bu. Yani ilk bakışta bu formüldeki zamanın Newtoncu zaman olduğu söylenebilir. Ama sistem üzerinde bir ölçme operasyonu gerçekleştirilirse teorik olarak hesaplanan ölçümlerden sadece bir tanesi gerçekleşir. Sanki ölçme işlemi geri çevrilemez biçimde sistemin üzerinde bir iz bırakmış gibi sistemin matematiksel tarifi değişir. Ama Schrödinger’ in formülü bu değişikliği vermez. Bu saptama kapsamında Zaman’ın akışı oldukça tuhaf zira geri çevrilemezliğin oluşumuna ölçme eylemi dahil olmuştur.
Görelilik kuramında ise Kütle (M) önemli ve önceliklidir. Genel görelilik ile Einstein şunları ortaya çıkartmıştır:
-Yerçekimi (kütle çekimi) ve ivmeli devinim birbirinden ayırt edilemez (Eşitlik ilkesi)
-Kütle, içinde bulunduğumuz uzay-zaman’ı eğip bükmektedir.
-Yerçekimi bir kuvvet değildir, uzay-zaman’ın geometrik eğriliğinden ortaya çıkar.
Genel görelilik, kendi zamanı için inanılması güç pek çok öngörülerde bulunmuştur; bunlardan en önemlileri:
*Eğer kütle uzay-zamanı geometrik olarak eğiyorsa, Güneşin çok yakınından geçip gelen uzak yıldızların ışıkları eğrilmiş olmalıdır. Bu eğrilik Güneş çektiği için dışbükey değil de uzay-zamanın eğriliğine uygun içbükey şekilde olmalıdır.
*Çok çok yoğun kütleler uzay-zamanı öylesine bükebilir ki uzay-zaman kendi üstüne katlanır ve içine çöker. Böylesine yoğun bir kütle görülemez çünkü ışık dahi bu uzay-zaman eğriliğinden, çökmesinden kurtulamaz.
*Kütle uzay-zamanı eğiyorsa bu eğilmeden zaman da (göreceli olarak) etkileniyor olmalıdır. Eğilmiş zaman yavaş akmalıdır.
*Hareketli büyük kütleler etraflarındaki bir kısım uzay-zamanı da sürükleyebiliyor olmalıdır.
*Kütle uzay-zamanı eğiyorsa, kütle yakınındaki eğrilikten ilerleyen ışık, uzağındaki düzgün uzay-zamanda ilerleyen daha uzun yol almalıdır.
*Yüksek kütleli oluşumların ani hareketleri uzay-zamanda ani değişimlere, eğrilik dalgaları oluşmasına neden olabilir.
Bu öngörülerin hemen hepsi 1916′ dan günümüze dek gözlenebilmiş, defalarca kez denenmiş ve doğru çıkmıştır:
* 1919′da ilk kez İngiliz bilimciler güneş yakınından gelen ışığın eğri çizdiğini gözlemlediler. *Daha sonraları yapılan bütün gözlemler eğriliğin GG(genel görelilik)’ nin hesapladığı ile oldukça yakın olduğunu gösterdi. Evrende hiç ışık vermeyen ve etrafındaki her şeyi içine çekecek kadar yoğun kütle gösteren oluşumların varlığı tespit edildi. Kara delik adı verildi. *Kütle yakınında ve uzağında çok hassas atom saatleri ile yapılan deneylerin hepsi kütle yakınında zamanın GG’nin hesaplarına uygun olarak yavaşladığını gösterdi. *Çok hassas jiroskoplarla donatılmış LEGOS1 ve LEGOS2 uydularının 11 yıl süren ölçümleri dünyanın etrafındaki uzay-zamanı sürüklediğini ortaya koydu. *Güneşin ardına geçen Viking uzay araçlarından dünyaya gönderilen sinyallerin, olması gerekenden daha uzun sürede dünyaya ulaştığı, yani uzay-zamanın güneş tarafından eğilmesinden etkilendikleri ortaya çıktı. *1993′te Hulse ve Taylor, ikiz yıldızların spiral hareketinden uzay-zaman eğrilik dalgalarının oluşumunu gözleyerek nobel kazandılar. *Kütle, uzayı olduğu kadar zamanı da bükmektedir. Zamanın bükülmesi kütlenin merkezinde geleceği işaret eder şekildedir. Eğer cisme etkiyen bir kuvvet yoksa cisim kendi geleceğine doğru ilerlemektedir (düşmektedir).
Büyükbaba paradoksu
Genç bir adam zaman makinesi ile henüz kendisinin doğmadığı bir yıla gidiyor ve orada büyükbabasını öldürüyor. Peki doğamayacak olan bu çocuk nasıl zaman makinesi yapıp da geçmişe gidebiliyor?!
Büyükbaba paradoksu zamanda yolculuk ile ilgili süreçte ve zamanı anlamada ortaya atılmış olan bir paradokstur. Eğer zamanda yolculuk yapmak mümkünse bu iki farklı zamanı zorunlu kılar: birincisi üzerinde seyahat edilen dış zaman, diğeri yolcunun zamanı yani iç zaman. Bu durumda tekrar zamanın doğrusal olmadığı durumuyla karşılaşırız. Bunu gözümüzün önünde canlandırdığımızda iç içe geçmiş zamanlardan bahsederiz. Bu tıpkı bedenimizin içinde hücreler, hücrelerimizin içinde yaşayan bakteriler, bakterilerin içindeki DNA, onun içindeki daha küçük protein yapılar, onların içindeki atomlar, atomaltı parçacıkları diye süre gider ki bu durumda dahi tek hücreden bahsederken bile o hücrenin içerisinde bulunan organeller, stoplazmadaki maddeler vb daha bir çok parçacığın bu şekilde içeriye doğru uzanan boyutsal durumları vardır. Ve bunları göz önünde bulundurduğumuzda bunların da zaman içinde var olduklarının farkında olarak onların da uzay-zaman durumlarını göz önüne alırsak nasıl da muhteşem ve karmaşık bir sistem oluştuğunu fark ederiz. İç içe geçmiş farklı zamanlar bir bütün halinde en küçük parçacıklar da dahi bulunmaktadır. Yani aslında atomlar gibi zamanı da belki daha küçük birimlere bölebiliriz?! < Batı dillerinin çoğunda zaman ile ilgili kelimeler bir Hint-Avrupa kökü olan tem-‘den türemiş: time(ing.), temps(fr.), tempo (it.), tiempo(isp.)… Anlamı: Kesmek! Yunanca temno kelimesi de aynı anlama geliyor. Atom (=bölünemez) bu yunanca kökten gelen ve yine kesme/bölünme içeren bir kelime. Bu kesme meselesinin yabana atmamak gerek. >
Zamanı anlamlandırma şeklimize baktığımızda. Onu yaşam süremizle yani doğum ve ölümle ilişkilendiririz. Ölüm gerçekleştiğinde artık bu zamanda olmayız. Yani zaman varlığı bu noktada AYIRMIŞ olur. Var olanlar ile Mutlak var olan varlıkları ( öldü dediklerimiz ) birbirinden ayırmış olur. Doğumla dünyaya geldiğimizde ise zamanın birleştirici özelliği başlar. Ard arda yaşadığımız olayları birbirine bağlar ve bunları birleştiririz. Şu üniversitede şu okuldan mezun oldum, sonra şu işe girdim, şimdi bu şehirde yaşıyorum, şu kadar zaman sonra şurada olacağım. Bu örneğe baktığımız zaman geçmiş, şimdi ve gelecek arasında BİRLEŞTİRME işi yapmış olur.
Belki de geçmişimizi değiştirebiliriz o zaman! Nasıl mı? Eğer şu an geçmiş olacaksa ve şu an gelmeden önce gelecekse her an geçmiş, gelecek ve şimdi bütünüdür. Eğer şu an yaptığımız bir eylemde eğer daha önceden edindiğimiz deneyimler ve kalıplarımızın dışına çıkarak sonsuz olasılıklar içerisinden, normalde alışkanlık olarak yaptığımızdan farklı bir seçimde bulunursak bu otomatik olarak sebep sonuç zincirinde olayların seyrini değiştirecek ve daha önceden oluşturmuş olduğumuz geçmiş kalıbı değişecektir. Şu an geçmiş olduğunda geçmiş, şimdi ve gelecek değişmiş olacaktır. Bu sayede de aslında kendi bilinç zaman düzeyimizde farklı bir duruma sıçrama yapmış olacağızdır.
SIFIR NOKTASI VE SCHUMANN REZONANSI
Jeofiziksel Durum #1: Dünya’nın Yükselen Temel Frekansı
Dünya’nın zemin temel frekansı, ya da “kalp atışı” (Schumann Rezonansı, SR, olarak adlandırılır) hızla artmaktadır. Coğrafi bölgelere göre değişkenlik göstermesine rağmen, onlarca yıldır toplam ölçüm 7.8 devir / saniye’yi göstermekteydi. Bu değerin sabit olduğu düşünülüyordu ve global askeri haberleşme sistemi bu frekans üzerine geliştirilmişti. Son raporlar oranın 11 devire ulaştığını ve yükselmeye devam ettiğini söylüyor. Bilim bu oranın neden yükseldiğini ya da yükselişe neden olanın ne olduğunu bilemiyor. Gregg Braden verileri bu konu üzerinde çalışan Norveçli ve Rus araştırmacılardan aldı; Amerika’da çok geniş çapta raporlama yapılmıyor. (SR üzerine tek referans hava ile ilgili ve sadece Seattle Kütüphanesinde referans bölümünde bulunmaktadır. Bilim SR’yi sıcaklık değişkenlerinin ve dünya çapında hava durumlarının hassas göstergesi olarak kabul etmektedir. Braden değişen SR’nin son zamanlardaki şiddetli fırtınaların, sellerin ve havanın bir faktörü olduğuna inanıyor.)
Jeofiziksel Durum #2: Dünya’nın Azalan Manyetik Alanı
Bir yandan dünyanın “puls” oranı yükselirken diğer yandan manyetik alan kuvveti azalmaktadır. New Mexico Üniversitesi Profesörü Bannerjee’ ye göre, son 4000 yıl içinde manyetik alan yoğunluğunun yarısı kaybetti. Manyetik alan kuvveti, manyetik kutupların tersine dönmesinin bir habercisi olduğu için,
Prof. Bannerjee, başka bir değişimin gelmekte olduğuna inanıyor. Braden, devirsel “Yer değiştirmeler” ters dönmeyle birleşik olduğu için manyetik dönüşümün belirtisi olan dünyanın jeolojik kayıtları ayrıca tarihte daha önceki “Yer değiştirmeler” i de işaret etmektedir. Zaman ölçüsünün büyüklüğü düşünüldüğünde, bunlardan sadece bir kaç tane mevcuttur.
Schumann Rezonansı Nedir?
Aslında atmosfer zayıf bir iletkendir ve eğer hiçbir şarj kaynağı olmasaydı var olan elektrik yükü yaklaşık 10 dakika içinde dağılırdı. Dünya’nın yüzeyi ve iyonosferin iç kısmı arasında 55km’lik bir boşluk bulunmaktadır. Herhangi bir anda bu boşluk içindeki toplam yük 500,000 Cloumbtur. Yeryüzü ile iyonosfer arasında 1-3×10-12 Amper / m2’lik bir dikey akım akışı vardır. Atmosferin rezistansı (direnci) 200 Ohm’dur. Potansiyel voltaj 200,000 Volt’ tur. Dünya çapında herhangi bir anda yaklaşık 1000 şimşek çakmaktadır. Bunların her biri 0,5 ila 1 Amper üretmektedir ve Dünya’nın elektromanyetik boşluğundaki akım akışının ölçümü için hesaplanmaktadır.
Schumann Rezonansları bu boşlukta var olan ve aralarında az da olsa benzerlik gösteren elektromanyetik dalgalardır. Yaydaki dalgaların da olduğu gibi, her zaman mevcut değildirler, fakat incelenebilirliğin olması için reaktif olmak zorundadırlar. Dünyanın içsel faktörleri, kabuk ya da çekirdek tarafından oluşturulmamaktadır. Atmosferdeki elektriksel faaliyetlere ait gibi görünmekteler, özellikle şiddetli şimşek faaliyetlerinin oluştuğu zamanlarda. 6 ila 50 devir / saniye arasındaki frekans değerlerinde meydana gelmektedir; özellikle 7.8, 14, 20, 26, 33, 39 ve 45 Hertz’de, +/-0.5 Hertz’lik varyasyon ile. Sonuç olarak Dünya’nın elektromanyetik alan özellikleri aynı kalırsa bu frekanslarda aynı kalır. Tahminen Dünya’nın iyonosferi, Güneşin 11 yıllık macula devrinin sonucunda bu duruma cevaben değişime uğramaktadır. Çoğunlukla SR 2000 ile 2200 birim zaman aralığında daha kolay görülebilmektedir.
Muhtemel sonuçlardan biri : Sıfır noktasına yaklaştığımızda zaman hızlanmış olarak tezahür edecek. Buna göre 24 saatlik zaman dilimi, 16 ya da daha az saatte yaşanmış olacak. Binlerce yıldır SR’nın 7.8 devirde olduğunu, fakat 1980 yılından beri artmakta olduğunu hatırlayın. Bugün bu değer yaklaşık 12 devirdir. Ve 13 devire ulaştığında duracak.
Bu sonuçla ilgili olarak 24 ve 16 sayılarının doğruluğundan dahi emin değiliz. Yani 24 neye göre 24 ve 16 neye göre 16?! ( Bu noktada zamana sayısal değer veren insan oldu ve biliyoruz ki aslında sayılar sınırsız düşünme kapasitemizi sınırlandırmak için ortaya atıldı! ) Hadi tamam 24’ ü kabul ettik, ve 16 sayısının da 24 sayısı baz alınarak ortaya atıldığını kabul ettik. Peki 24 referansına göre 16 olacağı nasıl belirlendi?! Ki zamanın birçok durumdan etkilenip göreceli olduğunun bu kadar farkındayken biz…
Zamanda sıfır noktası ile ilgili olarak birçoğumuzun yaşadığı bir durum olduğunu düşünüyorum bunun. Günlerce sanki aynı günün içindeymişsiniz gibi yaşamak. Uyuyup uyansanız da tek günmüş gibi yaşamak onca günü. Yani zamanı bir bütün olarak algılamak, sizinle bir bütünmüş gibi. Bir günün normal algı süresinden daha kısa yaşanması hatta onun da ötesi hani film gibi, hep aynı gün farklı olasılıklarla yaşanmak için tekrar tekrar gözünüzün önüne koyulur gibi. Uyanıyorsunuz ve sanki bir önceki güne tekrar uyanıyorsunuz ve bu sefer farklı bir şey yapmanız gerekiyormuş gibi. İlk başlarda bunun farkına varmıyorsunuz. Aynı temponuzda zaman içerisinde var olmaya devam ediyorsunuz. Aradan birkaç gün geçtikten sonra zamandaki farklılaşmanın farkına varmaya başlıyorsunuz. Ve sonra durup bunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor, durumu kendi lehinize çevirmek için uğraşıyorsunuz. Zamanda sıfır noktasını yaşıyorsunuz yani. Her seferinde size sanki zamanınız eksilmeden yeni bir şans veriliyor gibi. Yaşlanmıyor, kilonuz değişmiyor, enerjiniz her gün aynı kalıyor ve siz durumu kavrayana kadar zaman sizi sanki bekliyor. Ve ne zamanki o süreçte fark etmeniz gerekenleri yapıp farklı bir algı durumuna geçiyorsunuz yeni bir, zamanda sıfır noktası oluşuyor sizin için tekrar. Zamanın bilinci size yansıyor.
Muhtemel sonuçlardan bir diğeri: Sıfır Noktası değişimi muhtemelen bizi 4. boyuta sokacak. Yukarıdaki örnekte yaşadığımız durum dördüncü boyut olan zamanla birlikte olmaya başladığımızı gösteriyor.
Bu kadar muhteşem, algılarımızı zorlayan, içine girdikçe aslında hem içinde hem içimizde olduğunu anladığımız, üzerinde düşündüğümüz her durumda bize farklı şeyleri anlatan zaman, bizi sanki jelatin esnekliği ve kıvraklığında bir sarışla bambaşka durumlara büründürüyor. Belki de zamanın bize nasıl da şekil almayı öğretmeye çalıştığını daha farklı deneyimlerle anladıkça, onun gizemleri daha fazla içimize ve içimizden de ona akmaya daha farklı şekillerde devam edecek…
KAYNAKÇA : http://zaman.nedir.com/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Zaman
“Handbook of Atmospheric Electrodynamics, vol. 1”, Hans Volland, 1995
http://www.fizikportali.com/2011/06/zaman-nedir/
Fizikçilerin Zamanı, Etienne Klein
http://www.academia.edu/4595610/Zaman_Nedir
Derleyen ve Yazan : Meral COŞKUN

DÜNYADA YAŞAMIN OLMADIĞI BİR YER VAR MI?

Dünyada herhangi bir canlının yaşamasının imkânsız olacağını düşündüğümüz bölgelerde bile bazı ilginç canlılar yaşayabiliyor. Yaşamın olmadığı bir ortam var mı?
Şili’nin kuzeyindeki Atakama Çölü’nde hiçbir canlı yaşam mümkün değil gibi görünüyor. Dünyanın en kuru yerlerinden biri olan bu çölün bazı bölgelerinde 50 yıl boyunca bir tek damla yağmur düşmediği oluyor.
Fakat burada bile yaşam var. Endolit adı verilen mikroorganizmalar kayalardaki gözeneklerin içine yerleşip buradaki nemden yararlanarak yaşama tutunuyor. Uzmanlar, endolitlerin, artıklarından beslenen diğer organizmalara da bu şekilde yaşam olanağı sunduğunu belirtiyor.
Mikroorganizmalar dört milyar yıldır varlığını sürdürüyor. En aşırı koşullara bile uyum sağlayacak kadar uzun bir zaman yani. Peki dünyada hiçbir canlı yaşamın olmadığı ortamlar var mı?
122 derecede yaşam
Bu sorunun yanıtını ararken bakılacak ilk yer aşırı sıcak ortamlar olabilir. Hipertermofil adı verilen organizmalar sıcağa dayanıklılığıyla biliniyor. Bu organizmalar aktif yanardağların bulunduğu bölgelerdeki denizlerin derinliklerinde, sıcak su sızıntılarının olduğu hidrotermal baca ağızlarında yaşıyor ve 122 santigrat derece ısıya dayanabiliyorlar.
Araştırmacılar 150 dereceyi teorik üst sınır olarak görüyor. Bu sıcaklıkta artık proteinler parçalanıyor, yaşamın devamını sağlayan kimyasal tepkimeler olanaksız hale geliyor. Yani mikroorganizmalar hidrotermal baca ağızlarının kenarlarında yaşayabiliyor ama sıcaklığın 464 dereceye ulaştığı bacaların içinde yaşamaları olanaksız. Aynı şey karadaki yanardağlar açısından da geçerli. Uzmanlar, yaşamın sürdürülmesi bakımından sıcaklığın en belirleyici parametre olduğuna inanıyor.
3 km derinlikte yaşam
Yüksek basınç bu bakımdan daha az sorun teşkil ediyor gibi görünüyor. Yani yerin ne kadar altına kadar yaşamın inebileceği sorunu, basınçtan ziyade ısıyla ilgili bir sorun. Dünyanın merkezinin 6000 derece olduğu düşünülüyor. Bu sıcaklıkta yaşamın olması mümkün değil.
Fakat basınç olarak hangi derinliğe kadar yaşamın devam edebileceği henüz bilinmiyor. Güney Afrika’da bir altın madeninde yerin 3,2 kilometre derinliklerinde Desulforudis audaxviator adı verilen bir mikroorganizmanın yaşadığı tespit edildi. Yeryüzüyle teması muhtemelen milyonlarca yıl önce kesilmiş olan bu canlılar, radyoaktif çürüme yoluyla kayalardan besinlerini emerek yaşamını sürdürüyor.
-20 derecede yaşam
Sıcaklık bakımından diğer aşırı uçta, yani buzlu ortamlarda da bazı canlıların yaşadığı biliniyor. Psychrobacteradı verilen bakteriler Sibirya’da donmuş topraklarda ve Antarktika’daki buzul çamurlarında -10 dereceye kadar soğukta yaşayabiliyor. Kısa bir süre önce de Antarktika’daki buzulların altındaki bir gölde canlı hücrelere rastlandı.
Yine aynı bölgede -20 derecede aşırı tuz içeren bir gölde de yaşam izleri görüldü. Yaşamını sürdürebilmek için bu mikroorganizmalar özel protein yapıları ve hücrelerinde donmayı önleyen moleküller geliştirerek bu ortamlara adapte olmuşlar. Uzmanlar, yeryüzünde yaşam ilk ortaya çıktığından beri dünya birçok kez buzul döneme girdiği için bu ortamlarda yaşamla karşılaşmayı sürpriz olarak görmüyor.
Radyasyonlu ortamda yaşam
Radyasyonlu ortamlarda da canlılara rastlamak mümkün. Örneğin Çernobil’deki nükleer santralin patlaması sonucu yayılan radyoaktif sızıntı ortamında ve radyoaktif atıkların bulunduğu konteynerlerde bile mikroorganizmalara rastlanıyor. Deinococcus radiodurans adı verilen bu canlılar 15000 gray radyasyona dayanabiliyor. 5 gray radyasyon insanda ölümle sonuçlanıyor.
Bizim ölümcül kimyasal maddeler içeren ortamlar olarak gördüğümüz koşullar bazı canlılar için ideal yaşam alanları olabiliyor. Bazı organizmalar arsenik, cıva gibi ağır metallere bağlı yaşarken bazıları da siyanürü tercih ediyor. Rusya’nın Kamçatka bölgesindeki kaplıcalarda bazı mikroorganizmaların insan için zehirli olan kükürt ve karbon monoksite bağlı yaşadığı görüldü.
İstisnalar var mı?
Ancak bazı istisnalar da olabilir. Antarktika’daki Don Juan Gölü dünyanın en tuzlu ortamı. Tuz oranı yüzde 40’ları buluyor. Araştırmacılar burada buldukları mikrobik yaşam belirtilerinin gölde mi oluştuğunu yoksa başka yerlerden rüzgârla mı taşındığından emin değil. Yani burada aktif yaşamın varlığı henüz kanıtlanmış değil.
Şimdilik canlı yaşamın kesinlikle olmadığı bilinen ortamlar, aşırı sıcak ve steril laboratuvar ortamları. Umulmadık ortamlarda yeni organizmalar keşfedilmeye, canlı yaşamın görüldüğü sınırlar genişlemeye devam ediyor. Bu sınırların nerede sona ereceği henüz bilinmiyor.
Buradan şu sonuca varmak mümkün: Canlı organizmalar her ortama uyum sağlayabiliyor.
http://www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosyalar/2014/11/141117_vert_fut_asiri_ortamda_yasam

BİR ÖPÜCÜKLE ”80 MİLYON BAKTERİ” BULAŞIYOR

Bilim insanları, 10 saniyelik bir öpüşmede yaklaşık 80 milyon bakterinin bulaşabildiğini iddia etti.
21 çift üzerinde araştırma sürdüren Hollandalı bilim insanları, günde en az dokuz defa öpüşen çiftlerin tükürüklerindeki bakterileri birbirlerine bulaştırdığı sonucuna vardı.
Araştırmanın sonuçları “Microbiome” adlı bilim dergisinde yayımlandı.
Hollanda Uygulamalı Bilimler Araştırma Merkezi’nden bir ekibin yürüttüğü çalışmada, 21 çifte ne kadar sıklıkla öpüştükleri, en son öpüştükleri tarih ve öpüşme şekilleri soruldu.
Daha sonra çiftler 10 saniye süreyle öpüştürüldü.
Çiftlerin öpüşmeden önce ve sonra, ağzından ve tükürüklerinden bakteri örnekleri alınarak birbiriyle karşılaştırıldı.
Ardından çiftlerden bir tarafa, içinde çok sayıda bakteri bulunan probiyotik bir içecek içirildi.
İkinci öpüşmenin ardından yapılan testlerde, 10 saniyelik bir öpüşmede ortalama 80 milyon bakterinin partnerlerine bulaştığı gözlemlendi.
700 farklı tür bakteri
Tükürükteki bakterilerin hızla partnere bulaştığı ancak dildeki bakterilerin bulaşmadığı belirtildi.
Daha önce yapılan çalışmalarda da, ağızda en az 700 farklı tür bakteri bulunduğu, ancak bu bakterilerin bazılarının, diğerlerine göre daha kolay bulaştığı öne sürülmüştü.
Araştırmayı yürüten ekibin başındaki Profesör Remco Kort, “Fransız öpücüğü, kısa sürede ne kadar çok sayıda bakteri bulaşabildiğine dair mükemmel bir örnek. İleriki araştırmalarda bakterilerin özelliklerine ve dilin bakterileri bulaştırma evresindeki rolüne eğilmeliyiz. Bu tür araştırmalar sayesinde ileride bakteri terapileri gibi tedavi yolları da mümkün kılınabilir” dedi.
Araştırmayı yürüten ekibin Hollanda’nın Amsterdam kentindeki “Micropia” adlı dünyanın ilk mikrop müzesiyle işbirliği yaptığı belirtildi.
Müzede açılan son sergide, çiftler benzer bir deneye katılabiliyor. Buna göre müzede öpüşen çiftlere hızlı bir test yapılarak hangi bakterileri bulaştırdıkları ortaya konuyor.