10 Mayıs 2014 Cumartesi

ANNEMmmmmm.....

Tüm çocuklara annelik ruhuyla yaklaşan, her şeyden önemlisi kendi biyolojik çocuğu gibi önemseyen güzel gönüllü kadınlara selam olsun.


Engelsiz Yaşam


lkemizde malesef önemsenmeyen bir gün. herkes engellilere nasıl iletişim kurulacağını o kadar iyi biliyor ki ülkemizde hatırlanmasına bile gerek görmüyorlar. televizyonda bir programda engelli görünce mum kesilip "evet, evet engelliler yaşamımızın bir parçası, hı hı" dediğinizi biliyorum canlar. her türk işinde olduğu gibi engelliye bodoslama espri yaparak dalan gençlik, hiç merak ettin mi karşındaki ne düşünüyor diye? karşında birisinin engelli olduğunu farkettiğinde yüzünde oluşan o iğrenç ifadeyi biliyor musun? hani "aa neyin var" dan, sırıtmaya dönük iğrendiğini saklamaya çalışan, "abi ne kadar şanslıyız biz normal olduğumuz için" diye düşünen mankafalı arkadaşım, bana ailemin verdiği eğitim yeter deyip de geçme. yılda bir haftanın bir gününü bu insanları anlamaya çalış çok mu şey istiyorum?
Normal davrandığını zannediyorsan büyük yanılgı içindesin. çünkü senin normal davranışının karşındakinin eksikliklerini yüksek bir sesle alay ederek vurgulamak olduğunu biliyorum. ayrıca "sakatlar haftası nedeniye bedava hizmet veriyoruz" diye afiş asan kafenin sahibinden daha duyarlı değilsin."

**Bu yazıya eklenebilecek şey varsa sadece örneklerdir,duygu değil.Teşekkür ediyorum arkadaşıma ki duygu bu denli aktarabilmiş yazısına.

RUSYA ORDUSU EŞSİZ PARAŞÜT KULLANACAK

Paraşütün son raddine geldiğini daha fazla geliştirilemez olduğunu düşünmek hataymış belli ki
















Rusya ordusu, yakında eşi benzeri olmayan yeni bir paraşüt kullanmaya başlayacak.
Sayesinde 50 metre yükseklikten bile güvenli bir atlayış yapılabilir.
Yeni icadın denendiği havaalanında her zamankinden farklı olarak daha ıssız. Uçağa, 10 paraşütçü yerine bir tek kişi giriyor. Adı, Vladimir Nesterov. Kariye boyunca 13 bin atlayışa imza attı. Aralarından yaklaşık 4 bini deneme amaçlı. Şimdi arka çantasında D-10P modeli yeni bir paraşüt bulunuyor.
Genellikle uçağın kalkmasıyla atlayış arasında dakikalar geçiyor. Nesterov’u taşıya uçak kalktı ve yarım dönüş yapar yapmaz gökyüzünde açık bir paraşüt görüldü. Atlayış, sadece 150 metre yükseklikten yapıldı.
Ancak yeni paraşütle daha alçak irtifadan da atlamak mümkün. Mankenlerle yapılan testler, yeni paraşütle 50 metre yükseklikten bile güvenli bir şekilde atlamanın mümkün olduğunu gösterdi gösterdi. Böyle bir atlayış 5 saniyeden daha az sürer. Ve her hangi aksaklık olursa yedek paraşütün kullanılması için hiç zaman kalmaz. Bunun için testler tamamlanıncaya kadar yeni model paraşütle daha büyük yükseklikten atlanacak.
Bugün dünyada böyle paraşütün benzeri yok. En modern paraşüt türleri için en az 150 metre koşulu var. Sabit nesnelerden atlayış yapan basejumper’ler için bile 50 metre çok küçük bir yükseklik. Fakat D-10P paraşütü basejumper’ler için değil ordu ve kurtarma ekipleri için tasarlandı. Askerler aşırı küçük yükseklikten indirilirse düşmanın ateş açacak zamanı olmayacak. Kurtarıcılar da her tür hava koşullarında yardım bekleyenlere en yakın yerde inebilecek. Test paraşütçüsü Vladimir Nesterov yeni paraşütün yapısının basit olduğunu söyledi:
“Atlama yapılmadan önce karabina, uçaktaki kanata bağlanıyor. Paraşütçü atlayınca halat gerginleşiyor ve paraşütün kubbesi açılıyor.”
Daha önce atlama sırasında önce küçük dengeleyici paraşüt açılıyordu. Mühendisler bunu kaldırdılar. İlk bakışta basit bir değişiklik yapıldı sanılabilir. Fakat dengeleyici paraşüt kullanılmadan insanın gerekli pozu alması zor olur. Askı ipleri, kubbenin açılmasını engelleyebilir. Rusyalı mühendisler, paraşütü arka çantasına sığdırmak için başka bir yöntem geliştirdi. D-10P paraşütünün yanı sıra ağaç yaprağı biçimindeki kubbeye sahip D-12 paraşüt de geliştirildi. Rostehnologii şirketinin uçak ekipmanı holdinginin Genel Müdürü Mihail Kuzük şunu anlattı:
“D-10 paraşütü, en çok 140 kilo ağırlığı taşıyabilir. D-12 ise 160 kilo indirebilir. İniş hızı azaltıldı. D-10 modeli paraşüt saniyede 5 metre hızla, D-12 ise saniyede 4,5 metre hızla iniyor. Bundan başka yatay planlama yapılması olanağı var. Dönüşler kat kat daha çabuk gerçekleştiriliyor.”
Tüm bunlar paraşütün kubbesinin garip biçimi ve yapımında kullanılan yeni malzemeler sayesinde mümkün oldu. Planlara göre yeni paraşütlerin testleri 2 yıl sonra tamamlanacak. Ardından yeni paraşütler ordunun hizmetine girecek.

KENDİNİ ONARABİLEN PLASTİK GELİŞTİRİLDİ

Bilim adamları, insanın dolaşım sisteminden esinlenerek kendini onaran yeni bir plastik türü geliştirdi.
“Science” dergisinde yayımlanan çalışmaya göre yeni plastik, 3 santimetre genişlikteki delikleri bile onarma kapasitesine sahip. Illinois Üniversitesi araştırmacıları, yeni plastiğin hasar gören bölgelere onarıcı kimyasalları gönderen incecik borulardan oluşan bir ağa sahip olduğunu açıkladı.
Bilim adamları, yeni plastikten üretilecek cep telefonu ekranlarındaki çatlakların, tenis raketlerindeki kırıkların, su borularındaki deliklerin kendini onaracağını belirtti.
Doğada kendini iyileştiren bitki ve hayvanların özelliklerini bilim dünyasına uyarlamak için yıllardır uğraş veren bilim adamları, ilk kez 2001′de ilerleme kaydedebilmişti. Illinois Üniversitesi’nden Prof. Dr. Scott White ile ekibi, onarıcı bir sıvı taşıyan mikroskobik kapsüllerden oluşan bir polimer geliştirmişti. Polimer çatladığında, içindeki kapsüllerde bulunan kimyasal madde dışarı salınıyor ve çatlakları onarıyordu. Ancak plastiğin kendini onarma kapasitesi, çok küçük hasarlarla sınırlıydı.
Prof. White ile ekibi, bu kez daha büyük hasarları onaran bir plastik geliştirmek için insan bedenindeki ana ve kılcal damarları örnek aldıklarını belirtti. Kılcal damarlara benzeyen kanallardan bir ağ geliştiren ekip, hasar gören bölgeye iki ayrı kanaldan onarıcı kimyasal madde göndermeyi başardı. İki aşamalı onarım sürecinde önce çatlak ya da deliğin çevresine bir jel gönderiliyor. Jel, zamanla katılaşarak katı ve sağlam bir yapı oluşturuyor. 35 milimetrelik bir bölge, 20 dakikada onarılıyor ve üç saat içinde de mekanik işlevlerini geri kazanıyor.
Yapılan testler, plastiğin işlemin ardından eski gücünün yüzde 62′sini yeniden kazandığını gösterdi.

ZAMAN ALGISI VE HAFIZAMIZDA YAŞANANLAR


( Acaba izafiyet teorisini yeniden teorileştirecek çalışmalar yerine açıklayabilir somut çalışmalar yapsalar ya)


















Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme tekrar vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye “zaman” der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.
Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.
Fizikçi Julian Barbour, zamanın tarifini şöyle yapmaktadır:
Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka birşey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler.
(Tim Folger, “Buradan Sonsuzluğa”, Discover, Aralık 2000, s. 54)
Kısacası zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın “ben otuz yaşındayım” demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir “an” ile muhatap olacaktır.
 Zamansızlığın Bilimsel Anlatımı

Zamanın, hareket eden cisimler ve meydana gelen değişimler arasında yaptığımız belirli bir sıralamadan doğan bir kavram olduğu gerçeği, bugün bilimsel olarak da kabul edilmiştir. Bu konuda görüş belirten düşünür ve bilim adamlarından örnekler vererek konuyu daha iyi açıklamaya çalışalım.
The End of Time (Zamanın Sonu) isimli kitabında zamansızlık ve sonsuzluk hakkındaki açıklamaları ile bilim dünyasında büyük yankı uyandıran fizikçi Julian Barbour, zamanın bir algı olmasının, birçok insan için kabullenilmesi zor bir gerçek olduğunu belirtmektedir. Discover dergisinde, Barbour ile yapılan bir röportajda zaman algısı için şu yorumlar yapılmaktadır:
Ben hala kabullenmekte zorlanıyorum” diyor (Barbour). Ancak, sağ duyu evreni anlamak için hiçbir zaman güvenilir bir yol gösterici olmadı-Copernicus Güneş’in Dünya çevresinde dönmediğini ilk söylediğinden beri fizikçiler algılarımızı şaşırttılar. Herşeye rağmen, Dünya 67,000 mil/saat hız ile boşlukta dönerken en ufak bir hareket bile hissetmiyoruz. Barbour zamanın geçtiğine dair hissimizin, “Düz Dünya Cemiyeti”nin (Flat Earth Society) batıl inancı kadar yanlış olduğunu iddia ediyor.”
(Tim Folger, “Buradan Sonsuzluğa”, Discover, Aralık 2000, s.54)
Yukarıda da görüldüğü gibi, ünlü fizikçi Barbour, zamanın mutlak olduğuna dair sahip olduğumuz inancın batıl olduğunu belirtmektedir. Ve günümüzde fizik alanındaki araştırmalar bu gerçeği açıkça göstermektedir. Zaman mutlak değildir, meydana gelen olaylara göre farklı algılanan göreceli bir kavramdır.




























Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob ise, Mümkünlerin Oyunu adlı kitabında zamanın geriye akışı ile ilgili şunları anlatır:
Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici işbirliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır. Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır ve dünya tastamam bize göründüğü gibi görünecektir
(François Jacob, Mümkünlerin Oyunu, Kesit Yayınları, 1996, s. 111)
Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için şu anda dünya üstte anlatıldığı gibi işlememekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısıyla tamamen izafidir. Gerçekte zamanın nasıl aktığını ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi olduğunu gösterir.
Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein’ın ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, Evren ve Einstein adlı kitabında bu konuda şunları yazar:
Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik kuramını çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor… Nasıl uzay maddi varlıkların olasılı bir sırası ise, zaman da olayların olasılı bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein’in sözleri açıklar: “Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar ‘daha önce’ ve ‘daha sonra’ ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez. Olaylarla sayılar arasında öyle bir ilgi kurabilirim ki, büyük bir sayı önceki bir olayla değil de, sonraki bir olayla ilgili olur.(Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980, s. 52-53)
Einstein, Barnett’in ifadeleriyle, “uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş”tir. Genel Görecelik Kuramı’na göre “zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur.” (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980,s. 17)
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır.
Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett’in belirttiği gibi “rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir” (Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, 1980,s. 58)
Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür.
Konuyu biraz daha açıklamak için bir örnek üzerinde düşünelim. Özel olarak dizayn edilmiş tek pencereli bir odada oturup, burada belirli bir süre geçirdiğimizi düşünelim. Odada geçen zamanı görebileceğimiz bir de saat bulunsun. Aynı zamanda odanın penceresinden güneşin belirli aralıklarla doğup-battığını görelim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, o odada ne kadar kaldığımız sorulduğunda vereceğimiz cevap; hem zaman zaman saate bakarak edindiğimiz bilgi, hem de güneşin kaç kere doğup battığına bağlı olarak yaptığımız hesaptır. Örneğin, odada üç gün kaldığımızı hesaplarız. Ama eğer bizi bu odaya koyan kişi bize gelir de, “aslında sen bu odada iki gün kaldın” derse ve pencerede gördüğümüz güneşin aslında suni olarak oluşturulduğunu, odadaki saatin de özellikle hızlı işletildiğini söylerse, bu durumda yaptığımız hesabın hiçbir anlamı kalmaz.
Bu örnek de göstermektedir ki zamanın akış hızıyla ilgili bilgimiz, sadece algılayana göre değişen referanslara dayanmaktadır.
Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konmuş somut bir gerçektir. Einstein’ın Genel Görecelik Kuramı ortaya koymaktadır ki zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki “durma” noktasına yaklaşmaktadır.
Bunu Einstein’ın bir örneği ile açıklayalım. Bu örneğe göre aynı yaştaki ikizlerden biri Dünya’da kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolcuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. Aynı örnek bir baba ve oğul için de düşünülebilir; “eğer babanın yaşı 27, oğlunun yaşı 3 olsa, 30 dünya senesi sonra baba dünyaya döndüğünde oğul 33 yaşında, baba ise 30 yaşında olacaktır.” (Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, Gendaş Yayınları, 1997, s. 57)
Zamanın izafi oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm maddesel sistemin atom altı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı böyle bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işlemektedir. Kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük yaşamını sürdürür.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

5 bin liralık otur-kalk maaşı

Tokat'ta bir önceki dönemde kendisine görev verilmediğini söyleyerek boş oturup aldığı maaşla gündeme gelen Belediye Başkan Yardımcısı Sefer Bayın'a, yeni dönemde de görev verilmedi. Bayın'ın maaşı bu süre zarfında 4 bin 200 liradan, 5 bin 193 liraya yükseldi.




Tokat Belediyesi'nde 10 yıldır Belediye Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Sefer Bayın, eski Belediye Başkanı Adnan Çiçek ile 2009 yılında bir park işinin kesin kabulü konusunda yaşadığı görüş ayrılılığı nedeniyle pasifleştirildiğini öne sürerek kendisine 3 yıldır görev verilmediği açıklamıştı.
2012 yılının Nisan ayında açıklamalarda bulunan Bayın, "3 yıldır bomboş oturuyorum, 4 bin 295 lira maaş alıyorum" diyerek büyük yankı uyandırmıştı.
Eski Başkan Adnan Çiçek döneminde kendisine görev verilmeyen Sefer Bayın duruma itiraz etmiş ve mahkemeye başvurmuştu.
YİNE GÖREV VERİLMEDİ
30 Mart yerel seçimlerinde mevcut Belediye Başkanı Adnan Çiçek partisi tarafından yeniden aday gösterilmeyince, AK Parti İl Başkanlığı görevini yürüten Eyüp Eroğlu partisi tarafından belediye başkan adayı olarak gösterildi.
Belediye Başkanlığına seçilen Eyüp Eroğlu, çalışma ekibini belirledi. İki yeni belediye başkan yardımcısı getiren Eyüp Eroğlu, diğer mevcut üç belediye başkan yardımcısı ile yola devam etti.
Ancak dört belediye başkan yardımcısına çeşitli görev verilirken, Sefer Bayın'a ise herhangi bir görev verilmedi.
'37 GÜN BEKLEDİK'
Belediyedeki makamında görev bekleyen ve zamanını internete girerek geçiren Başkan Yardımcısı Bayın, yeni belediye yönetiminin göreve gelmesinin 37'nci günü olduğunu söyledi.
'TIKIR TIKIR MAAŞI HER AY PEŞİN ALIYORUZ'
Yine Başkan Yardımcısı olduğunu söyleyen Bayın, "Maaş da güzel, arayan soran yok. İş yapmadan tıkır tıkır maaşı, her ay peşin alıyoruz. Böyle adalet nerede var, bilmiyorum. Ama ben maaşımı hak ederek almak istiyorum. Ben evime ekmek götürüyorum. Çalışmayı da seven insanım. Ben bunu iki yıl önce yine açıkladım. Ama sayın başkan da tabi henüz bunu göremedik. Ben çalışmak istiyorum, üretmek istiyorum, ama onlar istifa etmemi bekliyorlar" dedi.
'MAAŞIM 5 BİN 193 TL OLDU'
Belediye en yüksek maaş alanlardan birisinin kendisi olduğunu dile getiren Bayın, "İki yıl önce '4 bin 200 TL maaş alıyordum. Şu anda maaşım 5 Bin 193 TL" dedi.
Konu ile ilgili olarak ise Tokat Belediyesi'nden ise herhangi bir açıklama yapılmadı.

Kahveyi esir alan salgın









Geçimini kahve çekirdeği satarak sağlayan 4 milyon Orta Amerikalı çiftçi, ekin alanlarını saran bir tür mantarla savaşıyor. Bu hastalık bitkileri öldürürken dünyadaki kahve çekirdeği rezervlerini de olumsuz yönde etkiliyor.

Dünyadaki kahve ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayan Orta Amerika’de çiftçiler işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Kahve bitkilerini saran ‘amansız’ olarak nitelendirilen bir çeşit mantar hastalığı ekinlere zarar veriyor.
Kahve bitkisinin yapraklarını kurutan bu hastalık renginden dolayı ‘kahve pası’ olarak da anılıyor. Bu hastalıktan ise en çok küçük çiftçiler etkileniyor. Geçtiğimiz yıl ekininin yarısını kaybettiğini söyleyen Roman Lec, bu yıl aldığı tüm önlemlere karşı mantarın tekrar yayıldığını ifade ediyor.
Kahve bitkilerini saran mantarla mücadele etmek için aileler gelirlerini kaybetmemek için borca giriyor, yeni bir çalışan almaya imkanları yetmediği için çocukları okullarını bırakıp tarlaya geri dönüyor. Bu zincirin en sonunda ise günde sadece birkaç dolara çalışan göçmen işçiler yer alıyor.
‘Kahve pası’ sadece her gün rutin bir keyif haline gelen kahve tüketimini etkilemiyor, Orta Amerika ve Güney Meksika’da geçimlerini kahve üreterek sağlayan 4 milyon kişinin geleceğini tehlikeye atıyor.
Guatemala’da ise kahve üreten çiftçiler salgınla savaşmaktan yorgun düşmüş ve artık kahveyi geçmişte bırakarak sebze ekimine dönmeyi planlıyor.
New York Times’ın haberine göre uzmanlar bu hastalığın çıkış nedeni olarak iklim değişikliğini işaret ediyor. Yükselen hava sıcaklığıyla mantar, daha geniş ve yüksek alanlara ulaşıyor. Bilim insanları mantara dayanıklı bir kahve tohumunun geliştirilmesinin ancak 30 yıl içinde mümkün olacağını belirtiyor.

6 Mayıs 2014 Salı

Sahi Kaçımız Düşünüyoruz

Deniz gezmiş / ekşi sözlük'ten bir yazar...

Kaçımız eleştiri kabul ediyor, kaçımız özeleştiri yapıyor,kaçımız başımız iki avucumuzun arasına alıp düşünüyoruz.Sahi Kaçımız Düşünüyoruz.

Kimse bana özeleştiriden bahsetmesin bunun üzerine !!


"Çok fazla tanımam etmem, derin bir bilgim de yok hakkında. valla bak, ironi falan ayaklarına yatmıyorum yani, öküz gibi yaşayıp giden bir adamım ben; "iş, meyhane, tuvalet, ev" şeklinde. beş birayı içir bana o gece şahsi devrimimi yaparım, o kadar ama. çok da bilmem ülkenin yakın tarihini, asla cehaletimle de övünüyorum sanılmasın. ha, okuduk gençken hakkında bir şeyler ama derinlikli düşünemem ben, facebook devrimcisiyim işte. yarın che ölsün, onun da arkasından yazarım güzel bir şeyler. "marksizmi, leninizmi benimsemeyeydi iyiydi", ya da "bugün yaşasa reklamcı olurdu" gibi derin bir yorum yapamam mesela deniz gezmiş hakkında. yapsam ellerim kurur, kurudu da. herkes okuyor ama bazıları çözebiliyor demek sadece, ilginç. e, kur'an ı da 1,5 milyar insan okuyor ama bir tek bizim ömer çelakıl'da var şifreler, bunun gibi bir şey bu. ben ideolojiye falan aldırmam pek, ama cesaretten çok etkilenirim. kendisinde olmayan şeyler çeker insanı, bu böyle. cesaret ne biliyor musunuz? insanın, kendi canına zarar verecek bin kişinin karşısına çıkması değil bence, cesaret; yoldan geçen adamın canına zarar verebilecek bin kişinin karşısına çıkabilmekte. köşeye sıkışınca hepimiz kaplanız, ama o köşeye sıkışan biz olmadıça sikimizde olmuyor, biliyoruz.

belki on yıl önce, bir kış gecesi, ayaz ve rüzgar izmir'in anasını sikerken, ben sarhoş kafayla, konak'tan karşıyaka'ya geçerken vapurla, bir kadın atladı denize, ölmek için. vapur durdu, insanlar dışarı doluştu, herkes simsiyah denizi ve boğulmak üzere olan kadını izliyor. orda yüz küsür insanın arasında sadece bir tane genç sakince kazağını, ayakkabısını çıkarıp daldı suya, bakkala ekmek almaya gider gibi, tuttu ve çıkardı kadını vapura. deniz gezmiş olmak böyle bir şey bence, vapurda onu seyreden yüz küsür kişiden biri olmaksa tanıdık bir ruh hali zaten.

adam son mektubunda babasına "oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir" diyor, düşünüyorum da yarın asılacak olsam babama en fazla "oğlun hayat karşısında bile aciz ve çaresiz kaldı" yazabilirim sanırım. bırak adam gibi ölmeyi, yaşamaya dahi cesaretimiz yok bizim."

MA'nın tedavisi


Rusya’nın San-Petersburg kentinden bilim adamları stres ve bağışıklığın sağlamlaştırılması için yeni bir yöntem uyguladılar.
Yöntem, suya dalan memelilerin yıllarca süren izlenmesine dayanıyor. Bilim adamları, soğuk suya dalmanın gerginliği gidermeye ve organizmanın koruyucu güçlerini işler hale getirmeye yardım ettiği sonucuna vardı.
San-Petersburg üniversitesinden biyologlar birçok yıl içinde su samuru, Güney Amerika kunduzu, misk sıçanı ve başka dalış yapan memelileri birçok yıl boyunca izlemekteler. Suya dalırken hayvanlar, insanların hissettiklerinden farklı olmayan aşırı etkilerin etkisine uğruyor. Fakat evrim yıllarında hayvanlar kan dolaşımı sisteminin korunması için tam bir kompleks geliştirmiş oldular.
Suya dalış sırasında hayvanlar oksijenin daha ekonomik tüketimine geçiyor. Onların kalp ritmi yavaşlıyor. Sonuçta kan dolaşımı yavaşlıyor. Organizma kanı yeniden dağıtıyor: eller ile ayaklardan kan, oksijen yetersizliğine en az dayanıklı organlar olan kalp ile beyine hücüm ediyor. Su yüzeyine çıktığı sırada aksi bir süreç meydana geliyor: kan, beyin ve kalpten geri çekiliyor. Tüm bunlar, bir bütün olarak organizmaya olumlu etki yapıyor.
Araştırmalar seyrinde böyle mekanizmalara insanın da sahip olduğu anlaşıldı. Bilim adamları bu mekanizmayı dalış refleksi adlandırdı. Fakat bu refleksi meydana getirmek için suya tam olarak dalışa gerek yok. Bunun için soğuk suya yüzün batırılması yeterli sayılır. Suyun derecesi, oda sıcaklığından 10-12 derece daha düşük olması şarttır. Fakat yöntemdeki başlıca şey, Petersburglu bilim adamları tarafından geliştirilen solunum sistemindeki gecikmeler.
Doktorlar, böyle dalış sırasında kalp atışının hızı iki kat azaldığını kaydediyor. Ayrıca dalış refleksi stresten koruma sistemini aktifleştiriyor ve organizmayı tüketen adrenalinin aşırı derecede boşaltımını sınırlıyor.
Yüzün soğuk suya batırılması tahikardi atağını kaldırabilecek ve bağışıklığı yükseltebilecek. Spor yapmaları yasaklanan insanlar da yeni yöntem sayesinde sağlıklarını sağlamlaştırabilecekler. Fakat yöntem geliştirmecileri, şu uyırıda bulunuyor: dalışlara başlamadan önce doktora danışmalı. Doktor, dalışların rejim ve sıklığını belirlemeye yardım edecek.

GÜNEŞ'ten

HIDIRELLEZ İNANCI NEDİR ?




Hıdırellez kavramının kaynağı bilinmemektedir, sırf ayette geçen bir hıdr kelimesi öyle yönlere kapı açmıştır ki her millet kendi inancı çerçevesinde fenomenleşen olaylar geliştirmiştir. Mısır islamı bu konuyu farklı değerlendirirken, Anadolu, İran İslam’ı farklı değerlendirmiş, eski Türk toplumları başka ele alırken, günümüz coğrafyaları farklı ele almış.. Herkes kendi geleneklerine göre İslam’a bir pay biçercesine ritüeller meydana getirmiştir. "Kimi inanışa göre, Hızır ve İlyas, her yıl 5 Mayıs'ı, 6 Mayıs'a bağlayan gece bir gül ağacının dibinde veya bir su kenarında buluşur. Hızır ve İlyas bolluk, bereket dağıtıp insanların dileklerini yerine getirir. Hıdırellez günü evler temizlenir, yeni kıyafetler giyilir. Bütün bu hazırlıklar Hızır'a rastlamak içindir. Hızır, yeryüzünde gezindiği yerlere ve dokunduğu her şeye feyiz ve bereket bahşeder. Bu nedenle Anadolu'da 5 Mayıs gecesi kilerlerin, yiyecek kaplarının, para keselerinin ağızları açık bırakılır, gül ağaçlarının dibine dilekler çizilir, dallarına kırmızı bezler bağlanır. Hıdırellez sabahı güneşle birlikte evlere bereket doğar. Doğanın ve tüm canlıların uyanmasıyla şifa ve sağlık bulmak, nazardan korunmak, sıkıntılardan kurtulmak için ateş üzerinden atlanır, evlere söğüt dalları asılır, yumurtalar boyanır, salıncakta sallanılır, niyet çömlekleri hazırlanır ve maniler söylenir. Bu kutlu bahar günü daima ağaçlık alanlarda veya su kenarlarında neşe ve coşkuyla kutlanır. "Halk arasında Hızır'ın adı etrafında birçok atasözü ve deyim de teşekkül etmiştir: 'Hızır mısın mübarek?' 'Hızır gibi yetişti.' 'Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.' Her geceyi kandil, her geleni Hızır bil' gibi. Benim nacizane fikrim ; hangi konuda olursa olsun, inandığınız Allah ile aranıza perdeler koymayın, ne melekleri, ne peygamberleri, ne özel geceleri ne bazı söylenenleri.. Elleriniz var ki dua etmek için açılsın, dilleriniz var ki isteklerinizi bildirmek için konuşsun, ilahınız var ki kimseye ihtiyaç duymadan ondan istenilsin..
GÜNEŞ**

GIDALARDA MANGANEZ MİNERALİ

Atom numarası 25, simgesi Mn dir.1174 yılında keşfedilmiştir.Periyodik tablonun 7-B grubunda yer alır. Grimsi metal renklidir. En önemli metallerden biridir.
Çeliğin dayanımını geliştiren bir alaşım elementidir. Bu özelliği içinde bulunan karbon miktarına bağlıdır. Yüksek karbonlu çeliklerde manganın etkisi sertlik ve dayanımı artırmaktadır. Elementler için kullanılan periyodik yapı A B olarak adlandırılmıştır.
Genellikle doğada demir elementi ve daha birçok elementle bağlı biçimde bulunmaktadır. Genellikle metal endüstrisinde alaşımlarda kullanılır özellikle paslanmaz çelik yapımında alaşımda gerekli bir hammaddedir. Yunanistan'ın magnezya bölgesinden adını almıştır. Manganez dioksit bileşiğinden 1774 yılında karbonun indirgenmesi neticesinde ilk olarak elde edilmiştir. Çelikteki aşınma ve paslanmanın önlenmesinde kullanılmaktadır. Endüstride oksitlenme aşamasına göre birçok farklı renk alabilen element renklendirici olarakta kullanılmaktadır. Çinko karbon ve alkalinli pillerin üretiminde kullanılan önemli bir elementtir. Manganez iyonları çok çeşitli enzimlerde ve fotosentetik bitkilerde yer alabilmektedir. Yüksek seviyelerde manganez memelilerde zehirlenme etkisi yapar.
Bilim adamları hala Manganez eksikliğinin ve Manganez zehirlenmesinin canlı organizmalar üzerindeki olumsuz etkilerini anlamak için çalışmalarını sürdürmektedirler. Manganez, bazı enzimlerin yapısına katılarak, bazılarında ise aktivatör olarak fizyolojik proseslerin gerçekleşmesinde önemli rol oynar. Antioksidandır. Vücutta protein sentezlenmesinde, sindirimde ve besinlerden enerji üretilmesinde görev alan önemli minerallerin içinde bulunan etkili bir elementtir. Eksikliğinde sürekli yorgunluk, hafıza problemleri, kısırlık, kilo kaybı, özellikle çocuklarda ve bebeklerde büyüme geriliği gibi belirtiler görülür. Kanın normal pıhtılaşması için gereklidir. Mangan bitkiler için de çok önemli bir elementtir ve günümüz modern tarım sektöründe vazgeçilmez bir gübre içeriğidir. Manganez, kemik oluşumu, enerji üretimi, protein, karbonhidrat ve yağ metabolizması gibi bir çok enzim sistemine yardımcı bir maddedir. Bazı B vitaminleri, C ve E vitaminlerinin kullanımı için gereklidir. İnce bağırsaklarda emilir ve kemiklerde, karaciğerde, böbreklerde, hipofiz bezinde ve pankreasta depolanır. Kolesterol üretimini tetikler, normal büyüme ve gelişimi destekleyerek hücre fonksiyonlarına yardımcı olur.
Avokado, arpa, fasulye, yaban mersini, böğürtlen, buğday kepeği, esmer pirinç, karabuğday, kestane, karanfil, kahve, yumurta sarısı, zencefil, yeşil yapraklı sebzeler, fındık, baklagiller, yulaf ezmesi, yer fıstığı, bezelye, ananas, kırmızı ahududu yaprağı, pirinç kepeği, ıspanak, ceviz, tam buğdayda bulunur. Çay, zengin bir Mangan kaynağı olmasına rağmen, içinde bulunan tannin de Mangan emilimini düşürür.
Vücutta eksiliği halinde doğum kusurları, körlük, kemik ve eklem bozuklukları, sağırlık, felç, üreme bozuklukları, normal olmayan kemik ve kıkırdak oluşumu, glukoz toleransında bozulma ve büyümede gecikme oluşabilir. Manganez eksikliği yaşayan bir kişide kilo kaybı, bulantı, kusma, deri tahrişi, saç uzamasında yavaşlama ve saç renginde beyazlaşma görülebilmektedir. Çok nadir rastlansa da yüksek doz ve toksik etkisi; halusinasyon, uykusuzluk, iştahsızlık, nefes alma zorluğu, baş ağrısı, depresyon, cinsel iktidarsızlık, sinirlilik, ruhsal rahatsızlıklar, hareket zorluğu, bacak krampları, zayıflıktır.Aşırı doz belirtileri, Parkinson hastalığının belirtileri ile benzerlik gösterir. Doğal diyet uygulayan insanlarda mangan eksikliği belirlenmediğinden, Avrupa Birliği mangan alımında genel populasyon için herhangi bir kısıtlama veya düzenleme belirtmemiştir. Ayrıca, 
diyabet ve pankreas bozuklukları görülebilir. Diyabet hastalarında vücutta olması gerekenin yarısı kadar manganez bulunmaktadır.Yüksek dozlarda kalsiyum, magnezyum ve fosfat alımı manganez emilimini azaltır. Solunum yolu ile fazla manganez alımı toksik etki gösterir. Aşırı dozda manganez alımı demir emilimini azaltarak demir eksikliği ile görülen kansızlığa yol açar. Ağızdan alınan gebeliği önleyici ilaçlar vücuttaki manganez miktarını azaltır. Yetişkinlerde günlük manganez ihtiyacı ortalama 4 mg kadardır. Mangan emilimine uyarıcı olarak; kalsiyum,sağlıklı yetişkinlerde sindirimden sonra kandaki Mangan miktarını düşürdüğünü gösteren bulgular bulunmaktadır. Demir, bazı bulgulara göre; Mangan ve Demir bazı ortak emilim ve taşıma yollarını paylaşabiliyorlar.Bir yemekteki demir miktarı arttıkça, Mangan emiliminin düştüğü görülmüştür. Magnezyum, günlük alınan Magnezyumun (200 mg/day), sağlıklı yetişkinlerde sindirim sonrası kandaki Mangan miktarını düşürdüğü gözlenmiştir. Bu etkisini, manganın emilimini düşürerek ya da Mangan kaybını yükselterek yaptığı gözlenmiştir. Son olarak mangan bağırsaklarda %4 verimlilik ile emilir ve kana transmanganin adlı bir protein ile alınır ve taşınır. Vücuttaki Mangan miktarı seviyesi değişik yollarla dışarı atımlarla kontrol edilir. Emilim kontrolü yoktur.



Cep laboratuvarı dönemi başlıyor

21. yüzyılın son yeniliği taşınabilen laboratuvarlar olacak. Almanya Freibourg’da geliştirilen yeni test cihazı, bir cep laboratuvarı gibi çalışıyor. Küçük disk görünümündeki alet, hayati tehlike barındıran birçok hastalığı deşifre ediyor.
Cep laboratuvarının çalışma algoritması ise oldukça basit. Aygıtın içinde kandan alınan DNA çözümleniyor ve genetik yapı, bilinen bir patojen ile eşleşirse ekranda sinyal yanmaya başlıyor.Cep laboratuvarlarının hava alanlarında kullanılması düşünülüyor. Böylelikle bulaşıcı hastalıkları olanlar uçağa alınmayabilecek. Yiyecek içecek kontrolü ise cep laboratuvarlarının ikinci kullanım alanı olarak belirlendi.
Araştırma Görevlisi Wolfgang Hauser yeniliği şu sözlerle tanımladı: ‘‘Gelecekte gıda güvenliği bugünden çok daha önemli ve tehlike arz eden bir durum olacak. Ancak cep laboratuvarı teknolojisiyle tüm gıda üretimi kontrol edilebilecek.”
Cep laboratuvarının hızlı ve kolay ulaşılabilir yapısı hastanelerde devrim yaratacak. Acil karar vermesi gereken doktorların işini kolaylaştırarak ve birçok hayat kurtaracak