12 Haziran 2014 Perşembe

ALEKSANDR LODIGİN ELEKTRİKLİ LAMBAYI İCAT ETMİŞ RUS BİLİMCİDİR

 Bir yerde elektrik kesilince her şey duruyor. İlk elektrikli lambanın l9. Yüzyılın ikinci yarısında Rus bilimci Aleksandr Lodıgin tarafından icat edildiğini bilir misiniz?
Eski zamanlarda insanlar evini aydınlatmak için özel kaplara doldurulan zeytin yağı kullaıyordu. İlk mumlar Ortaçağ öncesi zamanda balmumundan yapılmaya başladı. Daha sonra yağ lambaları,l9. Yüzyılın ortalarında da gaz lambaları geliştirildi. 1840-l870 yılları arasındaki dönemde dünyada onlarca mücit devamlı olarak yanan lambayı geliştirmek için çalıştı,fakat çalışmaları başarısız kaldı. 1873-de Rus yüksek mühendis Aleksandr Lodıgin elektrikli lambanın ilk örneğini geliştirmeyi başardı. Vakumlu kap şeklindeki lambanın içine kömür çubuk yerleştirilidi.. Bu çubuk çağdaş ampul içindeki ışıklandırma telinin işlevi yapardı. Böyle lamba yarım saat kadar yanabilirdi. Daha da sonra ampul içindeki hava alınmaya başladı. Sonuçta ampul daha uzun süre içinde yanıyordu.
Aleksandr Lodıgin lambayı yetkinleştirme çalışmalarına devam ederek değişik metalden telleri kullanıyordu.
Elektrikli lambayı geliştirmek amacıyla çalışmış değişik uzmalar değişik zamanda bir sıra keşifler yaptı. Lodigın’in ampulü geliştirmede çok büyük yararlıkları var. Çünkü sarmal volfram teli, ışıklandırma teli olarak kullanmayı ilk teklif etti. Bir de ampul içindeki havayı boşaltmaya ilk başladı. Sonuçta görev süresi birkaç misli arttı. Ampulün görev süresini uzatmak için asal gazla doldurulması,Lodıgin’in diğer bir keşfidir.

RUSYA DA DİNAZOR MEZARLIĞI BULUNDU

Rusya bilim adamları, dinozor kalıntılarını aramak amacıyla bir araştırma yapmaya hazırlanıyor.
Arama çalışmaları, Batı Sibirya’daki Kemerovo bölgesinin Şestakovo kasabasında yapılacak. Paleontologlar, bu yeri “dinozor mezarlığı” adlandırıyor. Dinozor ve başka tarih öncesi hayvanların kalıntılarını bulmak amacıyla buraya dünyanın dört tarafından bilim adamları geliyor.
Bilim adamlarının çoktan tahmin ettiklerine göre, dinozorlar çağdaş Rusya’nın topraklarında da yaşamıştı. Fakat başka bölgelerde binlerce dinozor kemiğinin bulunmasına rağmen, son zamanlara kadar kalıntılarının ortaya çıkarıldığı olaylar parmakla sayılacak kadar azdır. Mesele şu ki, Rusya’da bu devlerin yüzey gömütleri buzul tarafından süpürülmüştü. Başkaları ise yeraltındaki büyük derinlikte yatıyor, bu yüzden bulunması hiç te kolay değil.
Durum 1953’te değişti. Sovyet jeologu Aleksandr Mossakovskiy Şestakovo kasabası yakınlarında Kiya nehri kıyısında küçük bir dinozor iskeletini buldu. O zaman bu bilimin henüz tanımadığı bir türüydü. Şestakovo’daki dinozor yeri, yolun döşenmesinden sonra oluşan yüksek kil uçurumudur. Vaktiyle burada nehrin ağzı bulunurdu. Nehrin çok sayıda küçük koy ile bataklığı vardı. Nehir ölü hayvanları taşıyor, hayvanlar sözü edilen küçük koylar ile bataklıklara ulaştırılıyordu. Dinozorların kemikleri tebeşir sistemi tabakasının (bundan 145 milyon önce başladı) 32 metre derinliğinde yatıyor. Halihazırda bilim adamları burada dinozorlarınkinden başka diğer sürüngen ve memelilerin ayrı kemikler ile tam iskeletlerine de rastlıyor.
Artık bilindiğine göre, Şestakovo bölgesinde otçul dinozorlar yaşamıştı. Örneğin, aralarında Yer’deki en sıradışı dinozor türü olan terizinozor da vardı. Bu, büyük sivri tırnaklı dev bir hayvandı. Bu kadar tehlikeli silaha sahip olmasına rağmen terinozor otçul idi. Ayrıca buralarda vahşi dinozorlar, dev dinozorlar, çeşitlü tür timsahlar, sürüngenler v.b yaşardı.
Şestakovo kasabasına yakında araştırmalar yapmak üzere gidecek Rusyalı paleontologlar, burada tarih öncesi pangolinlerin bilinmeyen türlerine ait kemikleri bulmaya bel bağlıyor. Bunun için onların tüm şansları var, çünkü tebeşir sisteminin başlarında bu bölgede Jura devrine ait direyin temsilcileri henüz yaşamaktaydılar.

KANSERE ACISIZ ÇÖZÜM:RADYO AMELİYAT

 Lizbon Champalimaud Vakfı’nda uygulanan yeni bir metot, yüksek kalitede radyo terapi veya radyo ameliyat olarak adlandırılıyor. Özel cihazın içine yatırılan hastalara tümöre isabet edecek şekilde radyo dalgalar veriliyor ve bu yöntem modern röntgen olarak tanımlanıyor. Bu yeni cihazların en büyük özelliği ise dalgaların tümörün yerini belirleyerek nokta atışı yapması. Radyo ameliyatların sonucu olarak birkaç seansta tümörlerin kaybolabildiği gözleniyor.
Lizbon’da bulunan Champalimaud Vakfı, kar amacı gütmeyen bir kanser araştırma merkezi. Sadece 2014 yılında 15.000 hastayı tedavi etmeyi amaçlayan vakıf, Avrupa Birliği’ne bağlı 28 ülkede her yıl 400 bine yakın kişiyi etkileyen prostat kanseri vakalarında da hizmet veriyor.
Vakfın kanser araştırmalarının başındaki isim ise İtalya ve ABD’de etkin biçimde çalışmış Profesör Carlo Greco. Profesör, yeni teknolojileri otomobillerdeki GPS sistemine benzetti:
“Bu iz sürme aracı aslına GPS’e benziyor. İçeride neler oluyor, terapi nasıl bir fayda sağlıyor, tümöre ne şekilde nüfus ediyor hepsini size gösteriyor. Prostat kanserlerinde yeni sistemimizle üriner yolu tarayabiliyoruz, bu sayede terapi sırasında izleyeceğimiz yola da karar veriyoruz.’‘
Profesör Greco, yeni teknolojinin farklı tümörlere etkin şekilde nüfus ettiğini anlattı:
“Terapiye başlamadan evvel hastanın tümörlerinin durumunu belirleyip, radyo dalgalarını tam hedefe gönderiyoruz. Bu teknoloji diğer metotlardan çok daha ekonomik, çünkü burada kaç seans radyo dalgası uygulanacağına karar verebiliyoruz, seansları artırabiliyoruz. Örneğin prostat kanserini 5 mini seansla bitirebiliyoruz. Hatta hastanın arzusuna göre tek bir seansta fazlasıyla ışın vererek de olumlu bir sonuca ulaşabiliriz.”
Champalimaud Vakfı bahçesinde prostat kanseri hastası Jose tek seansta tümörünün etkisiz hale geldiğinden bahsetti:
“Bana prostat kanseri teşhisi konulduğunda oğlum buraya Champalimaud Vakfı’na gelerek benim için randevu aldı. Geldim ve radyo ameliyata girdim, bu bir anlamda röntgene girmek gibiydi, ne bir acı ne de rahatsızlık hissettim. Şimdiyse çok iyiyim.’‘
Elbette herkes Jose kadar şanslı olamayabilir. Kanser çoğu vakada tedavi süresini geçecek kadar ilerleyebiliyor. Ancak yeni radyo terapi sistemiyle tümörlere dur demek mümkün.

KOMŞU SİSTEMDE İKİ GEZEGEN BULUNDU

Astronomlar, Güneş Sistemi yakınlarındaki bir yıldız sisteminde iki gezegen keşfetti. Gezegenlerden birinde su olduğu tahmin ediliyor.
Alman Göttingen Üniversitesi astronomları, Güneş Sistemi dışında iki yeni gezegen keşfetti. Üniversiteden yapılan açıklamada, gezegenlerden birinde hayatı mümkün kılan koşulların bulunabileceği kaydedildi.
İki gezegen, sistemimizden sadece 13 ışık yılı uzaklıktaki “Kapteyn” adlı yıldızın etrafında dönüyor.
Göttingen Üniversitesi Astrofizik Enstitüsü’nden Profesör Ansgar Reiners, “Yıldızın ilk gezegeni, Kapteyn b, yıldız etrafındaki bir turunu 48 günde tamamlıyor ve gezegende su bulunabilir” dedi. Kapteyn c adı verilen ikinci gezegen ise daha ağır ve tahminen su bulunması için çok soğuk.
Göttingen’li astrofizikçi Mathias Zechmeister’e göre, Güneş Sistemi dışında bulunan 20 gezegende daha Kapteyn b’deki gibi su tutmaya müsait koşullar yer alıyor.
Kepler misyonu çerçevesinde bulunan 60 gezegen konusundaki incelemeler ise henüz tamamlanmadı. Reiners, “Gelecekte, su bulunup bulunmadığını ortaya koymak için bu gezegenlerin atmosferlerinin inceleneceğini” söyledi.

UYKU ÖĞRENMEDE KİLİT ROL OYNUYOR

 Bilim insanları iyi bir gece uykusunun öğrenmeyi ve hafızayı ne şekilde etkilediğini ortaya koydu.
Çin ve ABD’de bulunan araştırma ekibi beyin hücreleri ile uyku sırasında oluşan sinapslar arasındaki bağlantıyı görebilmek için gelişmiş mikroskopi teknikleri kullandı.
Science dergisinde yayınlanan çalışmayla ilgili olarak uzmanlar, hafızanın mekanizmalarını çözen zekice ve önemli bir çalışma olduğunu söylüyor.
Uykunun hafıza ve öğrenme konusunda önemli bir rolü olduğu iyi biliniyordu.
Ancak uyku sırasında öğrenme ve hafızaya etki etmesi açısından beynin içinde neler olduğu konusu ciddi şekilde tartışılıyordu.
New York Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Pekin Üniversitesi Şenzen yüksekokulundan araştırmacılar fareleri kendi etrafında dönen bir çubuğun üzerinde yürüyebilmeleri için eğittiler.
Daha sonra bir mikroskop yardımı ile hayvanlar uyurken ya da uykusuz bırakıldıklarında beyinlerinde neler olduğu incelendi.
Uyku sırasında yeni bağlantılar
Bu inceleme sonunda uyuyan farelerin nöronlar arasında dikkat çekici şekilde çok daha fazla bağlantı oluşturduklarını gördüler – yani daha fazla öğreniyorlardı.
Ayrıca uykunun belirli fazlarını kesintiye uğratarak araştırma ekibi derin ya da yavaş dalga uykunun hafıza oluşturmak için önemli olduğunu ortaya koydu.
Uykunun bu bölümlerinde beyin günün daha önceki saatlerinde olan biteni “tekrar oynatıyordu.”
New York Üniversitesi’nden Profesör Wen-Biao Gan BBC’ye “Uykunun nöronlar arasında bağ kurulmasını teşvik ettiği bilgisi yeni, bunu daha önce kimse bilmiyordu” dedi.
“Daha önce uykunun yardımcı olduğunu düşünüyorduk, fakat başka sebepler de olabilirdi ve gösterdik ki uyku yeni bağlantılar oluşturmaya gerçekten yardımcı oluyor ve uyku sırasında beyin sessiz değil, gün içerisinde neler olup bittiğini yeniden canlandırıyor ve bu bağlantılar oluşturmak için oldukça önemli görünüyor.”
Bu araştırma uykunun öneminini vurgulayan bilimsel çalışmaların sadece sonuncusu.
Toksinler atılıyor
Geçen yıl iyi bir uyku çekmek için yeni bir sebep daha bulunmuştu. Beyin zor geçmiş bir gün sırasında biriken toksinlerin atılması için uykuyu kullanıyor.
İnsanların ise yeteri kadar uyumuyor.
BBC’nin Vücut Saati Günü’nde Profesör Russel Foster toplumun uykunun önemini gözardı etmek konusunda “aşırı derecede kendini beğenmiş” hale geldiğini söylemiş ve bunun “ciddi sağlık sorunlarına” yol açtığını söylemişti.
Bunların arasında kanser, kalp hastalıkları, tip 2 diyabet, enfeksiyonlar ve obezite bulunuyor.
Araştırmanın ileriki aşamaları uykunun önemini açıklıkla ortaya koyuyor.
Bir saat eğitim yaptıktan sonra uyuyan fareler ile yoğun bir şekilde üç saat çalıştıktan sonra uykusuz bırakılan fareler karşılaştırılmış.
Fark oldukça açık, uyuyanların performansı çok daha iyi ve beyinleri daha fazla yeni bağlantı oluşturuyor.
Öğrenmek için uyku molası
Profesör Gan “Araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlar örneğin öğrenciler için. Eğer birşeyi uzun süreler boyunca hatırlamak istiyorsanız bu bağlantılara ihtiyacınız var. Dolayısıyla çalışıp iyi bir uyku uyumak çalışmaya devam etmekten muhtemelen daha iyi” diyor.
Surrey Üniversitesi’nden Profesör Raphaelle Winsky-Sommerer araştırmanın bulgularını BBC’ye yorumladı: “Oldukça etkileyici, dikkatlice oluşturulmuş ve hafızanın altında yatan mekanizmaları tanımlayabilmek için keskin tekniklerin kombinasyonuna başvurulmuş.”
Winsky-Sommerer “Uykunun gün içerisindeki deneyimlerle baş etmek konusundaki katkısının hücresel mekanizmalarını ortaya koymuşlar…. Basitçe araştırma size uykunun yeni sinapstik bağlantılar oluşturmayı teşvik ettiğini söylüyor, dolayısı ile uykunuzdan vazgeçmeyin.”

YENİ BİR DİNAZOR TÜRÜ FOSİLİ KEŞFEDİLDİ

Fosiller, Çin’in kuzeybatısında Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Hami şehrinde keşfedildi.
Çin’de bilim adamları, pterozorların (uçan sürüngenlerin) yeni bir türünün fosil ve yumurtalarını keşfetti.
Şinhua ajansının, Çin Bilimler Akademisi’ne dayandırarak verdiği haberde, kazıdan sorumlu Vang Şiaolin, fosillerin Çin’in kuzeybatısında Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Hami şehrinde keşfedildiğini açıkladı.
Fosillerin, pterozorların davranışlarına, üremelerine ve gelişmelerine yeni bir ışık tutacağı belirtiliyor.
Bu türe ait yeni bulunan yumurtalardanbeş tanesinin dünyada ilk kez görülen üç boyutlu olarak korunmuş pterozor yumurtası olduğu ifade ediliyor.
Daha önce bu türe ait sadece dört tane basık ve iki boyutlu korunmuş pterozor yumurtası keşfedilmişti.
Yeni bulgular, Brezilyalı paleontolog Alexander Kellner ve diğer bilim adamlarının katkılarıyla uluslararası Current Biology dergisinde yayımlandı.

GALAKSİYİ GENİŞLETECEK PROJE

 Bilim kurgunun hayal ettiği birçok şey yavaş yavaş gerçek oluyor. Önce hedef aydı, başarıldı… Aya seyahat, yapıldı… Sürücüsüz otomobilleri hayal ettik, şu an genel kullanımda olmasa da üretildi… Sıra, şimdi de uzayda yaşamayı sağlayacak, ‘yaşayan uzay gemileri’ hayalinde. Soğuk savaş döneminin ardından durulan ama Orta Doğu ve Avrasya’daki politik karışıklıklarla tekrar ateşlenen ‘kıyamet paranoyası’ bilim adamlarını harekete geçirdi. Proje İkarus Interstrellar Organizasyonu’nun öncülüğünde yürütülüyor. Persephone Projesi olarak geçen bu projenin tasarımcıları herhangi bir ‘kıyamet senaryosu’na karşı insanlığın umudu olacak bir anlamda Nuh’un Gemisi görevi görecek uzay gemileri yapmak istiyorlar. Tasarımcıların hedefine göre, gemiler bizzat yaşayan bir gezegen hâlinde olacak. İçinde sadece insanlar ve hayvanlar değil, bitkiler de olacak. Üstelik bunlar sadece numuneler halinde değil, bizzat dünyadaki yaşam ortamına uygun bir şekilde tasarlanacak. Böylece projenin kullanıma geçtiği bir anda, insanlık dünyadaki ortamına çok yakın bir ortamla karşılaşacak. Yani teknolojisiyle, tarımıyla, insanıyla, hayvanıyla devasa bir ekosistemle… Projenin yapım aşamasında çok farklı teknolojiler üzerine çalışmalar var. Bunlar arasında uzay/zamanı bükmek ve bu sayede çok kısa zamanda çok uzun mesafeler kat etmek konusuyla uğraşan ışık ötesi mekaniği de var.
NASA DESTEKLİ
Projenin yatırımcıları arasında NASA, Pentagon ve DARPHA da var. Kâr amacı gütmeyen bu organizasyon için 100 bin dolar bağışlamışlar. DARPHA ise 1 milyon dolar gibi yüklü bir parayı gözünü kırpmadan vermiş. Projenin lideri Rachel Armstrong, Greenwich Üniversitesi’nde çalışan bir mimar ve tasarımcı. Bu hafta içinde İngiliz gazetesi The Mail’e verdiği röportajda projenin sonunda oluşacak ürünü tanımlamak için ‘dünyagemi’ lafını üretmiş. “Biz bütün bir dünyayı geminin içine sığdırmak istemiyoruz. Biz ufak bir noktadan yola çıkarak nasıl bir ekosistem üretebiliriz, bunu merak ediyoruz” diyor. Armstrong koydukları 100 yıl hedefinin gayet gerçekçi olduğunu söylerken, “Paradoks şu ki biz dünyada en kıymetli topraklarımızı şehirler inşa etmek için mahvettik, biz de uzayda nasıl bir toprak hayatta kalır diye düşünüyoruz.” Projenin başarıya ulaşma olasılığını yüksek görüyor projenin mimarları. Yine de bir şey ekliyorlar; “Diyelim ki bu proje başarısız oldu. Hiçbir şey çöpe gitmeyecek. Burada geliştirilen her şey dünyanın bir minyatürü olduğu için, dünyada da rahatça kullanılabilir.”

52 ADA SUYA GÖMÜLEBİLİR

BM Çevre Programı, deniz seviyesindeki yükselmenin hızla devam ettiğini bildirerek, 52 küçük ada devletin tehdit altında olduğu uyarısında bulundu.
Deniz seviyesindeki yükselme dünyanın çeşitli bölgelerini tehdit ediyor. BM Çevre Programı, iklim değişimi nedeniyle özellikle 52 küçük ada devletin tehlikede olduğunu bildirdi. Bu küçük ada devletlerin küçük yüzölçümü ve büyük nüfus yoğunluğuna sahip olduğuna dikkat çekildi.
BM Çevre Programı direktörü Achim Steiner, “62 milyon nüfuslu bu 52 ulus, dünya sera gazı salınımının yüzde 1′den daha az bir miktarından sorumlu. Buna rağmen bunun yol açtığı iklim değişikliğinden orantısız derecede olumsuz etkileniyorlar“dedi.
Barbados Adası’nda düzenlenen toplantıda açıklanan rapora göre, bazı adalarda deniz seviyesi küresel ortalamadan dört kat daha hızlı artıyor.
Geçen ay açıklanan bir araştırma, mercan kayalıklarının hektarının yılda 350 bin dolarlık ekonomik değeri bulunduğunu ortaya koymuş ve 1990′ların sonundan bu yana kaybedilen 34 milyon hektarlık alanın dünya ekonomisine yılda 11,9 trilyon dolara mal olduğunu bildirmişti.
Yılda 3 milimetrelik artış
Deniz seviyeleri 1993-2009 yılları arasında dünya genelinde yılda üç milimetre kadar yükseldi. Pek çok küçük adanın bulunduğu Batı Pasifik’te ise yılda 12 milimetrelik bir artış kaydedildi.
2050 yılına kadar mercan kayalıklarının tamamının tehlike altında olacağı belirtiliyor
Mercan kayalıkları sadece balık zenginliği değil, aynı zamanda çevredeki sahiller için bir koruma faktörü olması açısından da önem taşıyor. 2030 yılına kadar iklim değişikliğinin sonucu olarak mercan kayalıklarının yüzde 90′ının, 2050 yılına kadar ise tamamının tehlike altında olacağı belirtiliyor.

TÜRK BİLİM ADAMLARI AHLAT’TAKİ TARİHİ MEZAR TAŞLARININ GİZEMİNİ ÇÖZÜYOR


Bitlis Eren Üniversitesi (BEÜ) ve Türk Dil Kurumu’nun birlikte organize ettiği ‘Arap Harfli Yazıtlar ve Ahlat Mezar Taşları’ konulu çalıştay için Türkiye’nin farklı üniversitelerinden Ahlat’a geldi. Onlarca bilim adamı uzun yıllardır…
Bitlis Eren Üniversitesi (BEÜ) ve Türk Dil Kurumu’nun birlikte organize ettiği ‘Arap Harfli Yazıtlar ve Ahlat Mezar Taşları’ konulu çalıştay için Türkiye’nin farklı üniversitelerinden Ahlat’a geldi. Onlarca bilim adamı uzun yıllardır Selçuklu dönemine ait olan ve büyük çoğunluğu halen çözülemeyen mezar taşlarının üzerinde ki Arapça yazıları çözümlemek için kolları sıvadı.
Bitlis Eren Üniversitesi ev sahipliğinde 4 gün boyunca Ahlat ilçesinde ki tarihi yapıları ve tarihi Selçuklu Mezarlarını inceleyecek olan bilim adamları, aynı zamanda bu tarihi yapılar üzerinde bulunan Arapça yazıları da irdeleyerek, tarih için büyük önem arz eden bulgular elde etmeyi hedefliyor. Yapılan çalışmalar neticesinde şimdiye kadar net sayıları belli olmayan Selçuklu Mezarlarının sayıları 6 bin 208 olarak tespit edilerek kayıt altına alan bilim adamları, şimdiye kadar yapılan çalışmalarda bu mezar taşlarının sadece 200 – 250 civarında ki mezar taşının üzerindeki yazıların okunabildiğine dikkat çekti. Yapılan çalıştayda en büyük hedef, mezar taşlarının tamamının üzerindeki yazıların okunması ve bu vesile ile tarih için önemli olan birçok bulgu ve bilgiye ulaşılması olacak. Çalıştay sonucunda taşların üzerinde ki Arapça yazılar ve motifler bir bir irdelenip, uzun yıllardır bir gizem olarak kalan yazıların da bir nevi gizemi çözülmesi hedeflenirken, bu yazıtların çözüldükten sonra ortaya çıkacak olan bilgi ve belgelerin tarih açısından önemli bulgular ortaya koyacağı düşünülüyor. Türk Dil Kurumu’nun(TDK) da yer aldığı bir çalıştay ise Türkiye’de ilk defa Ahlat ilçesinde yapılmış olacak.
Ahlat Kültür Merkezinde ki çalıştayın ardından Ahlat ilçe çıkışında bulunan tarihi Selçuklu Mezarlığını ziyaret ederek, tarihi mezar taşları üzerinde ki Arapça yazıları, kazı ve restorasyon çalışmalarını ve mezarlar üzerinde ki motiflerde inceleme yapan bilim adamları her mezar taşının bir bilgi hazinesi olduğuna dikkat çekti.
Türk Dil Kurumu (TDK) Başkan Yardımcısı Ali Karaçalı, Türk Dil Kurumu (TDK) olarak Arap harfli yazıtlarla ilgili Türkiye’de ki ilk çalıştayı Ahlat’ta yaptıklarını belirtip, “Ahlat’ta özellikle Arap harfli yazıtlarla ilgili bir çalıştayımız oldu. Türk Dil Kurumu olarak bu tür sempozyumu Türkiye’de belki ilk diyebiliriz. Bu programı aşağı yukarı 20’ye yakın bilim adamı ile yapıyoruz. Bizim geçmişimizle tanışmamız hedefleniyor. Geçmiş bizim için önemli. Çünkü geleceğe geçmişe bakarak ancak sağlam adımlarla yürüyebiliriz. Bu nedenle bu çalışma çok önemli. Ahlat’ta ki bu kültür havzasındaki çalışma bizim için çok önem arz ediyor.” dedi.
“AHLAT MEZAR TAŞLARI TÜRK MİLLETİNİN HAFIZASI DURUMUNDA”
Yapılan çalışmalara katkı sunmak adına Ahlat’a geldiklerini belirten Türk Dil Kurumu (TDK) Yazıt Bilimi Kolu Başkanı ve aynı zamanda Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz ise, “Ahlat yazı bilimin doruk eseridir. Bu nedenle Ahlat mezar taşları Türk mimarisinin ve yazıt bilimi ve sanatının dorukta eserleri. Türk milletinin hafızası durumunda. Yani bir nevi burada yapılan çalıştayla buradaki çalışmalara katkı sunulacak ve sayıları 6 bin 208 olan mezar taşlarının üzerindeki yazılar tek tek okunacak. Bunlar okunduktan sonra bir nevi bu mezarlarda yıllardır saklı olan bir gizem de ortaya çıkmış olacak.” diye konuştu.
“OKUNAN MEZAR TAŞLARINDA 2 YENİ MESLEK ORTAYA ÇIKTI”
Selçuklu Mezarlığında çalışmalara bu yıl erken başladıklarını belirten Eski Ahlat Şehri Kazı Başkanı ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Recai Karahan da, yapılan çalışmalarda her geçen gün yeni bilgi ve bulgular elde edildiğini söyledi. Bir yandan restorasyon bir yandan ise taşları okuma çalışmaları yaptıklarını anlatan Karahan, yaptıkları çalışma neticesinde bu yıl iki yeni meslek daha tespit ettiklerini ifade ederek şöyle konuştu: “Her yıl olduğu gibi yine bu yılda çalışmalarımız Selçuklu Mezarlığında devam birkaç başlık altında devam edecek. Bunlardan en önemlisi yıkılmış olan mezar taşlarının ayağa kaldırılması, temizlenmesi, okunmasıdır. Bu taşlar okundukça yeni bilgiler elde ediliyor. Bu sayede önemli bulgular ve önemli yeni mesleklerde ortaya çıkıyor. Bunlardan son olarak 2 meslek ortaya çıktı. Bunlardan biri marangoz diğeri ise çilingir mesleği. Taşları okuma çalışmalarımız devam edecek. Yaptığım taramalar ve uydu fotoğraflarıyla yaptığımız çalışmalarda ayakta 6 bin 208 taş tespit ettik. Ancak biz bunların daha 300’e yakınını okuyabildik. Çalışmalar devam edecek.”
“MEZAR TAŞI SAYISI 6 BİN 2008 OLARAK TESCİLLENDİ”
Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Boran ise yapmış oldukları haritalama çalışmalarında şimdiye kadar sayısı net olarak bilinmeyen mezar sayısının 6 bin 208 olarak tespit edildiğini açıkladı. Çalışmaların halen devam ettiğine dikkat çeken Boran, “Fakat bizim bu projemiz halen yaşayan bir proje. Biz bunların ölçümlerini tespit ettik ama halen toprağın yada otların altında olan mezarlar olabilir. Çalışmalarımızı bu yönde yaptık. Bundan sonra çıkacak her mezar bilgi ve belge bize ışık saçacak. Bu bağlamda çalışmalarımız devam edecek.” diye konuştu.

MİKRO ORGANLARLA YENİ İLAÇLAR GELİŞTİRİLECEK

Yeni ilaçların hayvanların üzerinde denenmesi insanlara olası etkilerini anlamak için yeterli değil ve araştırmaların ilk aşamalarında insan üzerinde test yapmak neredeyse imkansız. Bilimadamları bugünlerde yeni ilaçlar bulunması için mikro organlar yaratmaya çalışıyor
WASHINGTON — Yeni ilaçların fare gibi laboratuvar hayvanlarının üzerinde denenmesi ideal çözüm değil. Çünkü pek çok ümit vadeden ilaç insanlar üzerinde denendiğinde başka organlara zarar verebiliyor.
Vanderbilt Üniversitesi araştırmacıları bugünlerde belli insan organlarının minyatür kopyalarını geliştiriyor. Araştırmacılar, bunun ilaçların insanlar üzerindeki etkisini belirlemede ilerleme sağlayacağını söylüyor.
İnsan karaciğerinden alınan az sayıda hücreyi içeren bu ufak biyo-reaktörde mikro organın sağlığını izleyen algılayıcılar bulunuyor.
John Wikswo Vanderbilt Üniversitesi’nde biyomedikal bilimler ve fizik profesörü.
“Yapmaya çalıştığımız, çok önemli sorulara cevap bulabileceğimiz basit bir yöntem yaratmaktı.”
Hedef karaciğer, kalp, akciğer ve böbrek gibi birkaç mikro organı birleştirerek, tek bir organı tedavi eden ilacın diğer organlar üzerindeki etkisini test etmek.
Wikswo diğer bir amacın da tüm araştırmacılar için erişimi kolay ve ucuz bir tasarım yaratmak olduğunu söylüyor.
“Masrafları düşük tutmalıyız ki araştırmacılar bunlardan yüzlerce, hatta binlercesini laboratuvarlarında kullanabilsin.”
Araştırmacı John McLean, bir gün bu yöntemin tümörlerin yapısına bağlı olarak kişilere özel ilaçların geliştirilmesinde yararlı olacağını söylüyor.
“Tümördeki belli hücrelerin kemoterapinin değişik kısımlarına nasıl tepki verdiğini görebilirsiniz. Böylece ertesi gün doktoru arayıp ‘7 numaralı ilacı’ kullanalım diyebilirsiniz.”
Bilim insanları iki sene içinde yeni ilaçları denemek için birkaç birleşik mikro organ sistemine sahip olacaklarını düşünüyor.

BEYİN TRAMVASI TEDAVİ YÖNTEMLERİ

Futuris programı bu hafta beyin travması geçiren hastarın tedavi yöntemlerini araştırdı. Avrupa’da her sene yaklaşık 1.5 milyon insan beyin travması geçiriyor. Çoğu vaka birbirinden farklı olduğu için teşhis ve tedavi zorlaşıyor. Bir Avrupa araştırma projesi, geliştirilen bir veri bankası sayesinde benzer hastaların durumlarını kıyaslıyarak tedavi sürecini hızlandırıyor ve klinik çalışanlarına ve doktorlara büyük kolaylıklar sağlıyor.
Bu programda Finlandıyalı Jouni Salmenjaakko’nun geçirdiği beyin travması vakası konu alınıyor.
Sadece bir sene önce Jouni’nin ve ailesinin hayatı kötü bir şekilde değişti. Bilim adamları şu anda bunu eski haline getirmek için uğraşıyor.
Jouni Finlandiya’da Turku şehrinde yaşıyor. 47 yaşındaki üst düzey yönetici şimdi tüm zamanını ailesi ile geçiriyor. Dubai’de bir iş seyahatinde geçirdiği trafik kazası sonucu artık iş yapamaz durumu gelmiş.
Jouni Salmenjaakko, Beyin Travması Geçiren Hasta: ‘‘Kafam önce arkaya, sonra da öne doğru gitti. Daha sonra da şoför koltuğuna kafamı çarptım. Arabanın içerisinde yuvarlandım ancak artık çok bir şey hatırlamıyorum.’‘
Aldığı ciddi yaralar kazadan hemen sonra iyileşirken, bilinç kaybı tekrarlamaya devam etmiş. Vücudunun bazı organlarını hareket ettiremez hale gelmiş. Tedavi süreci hayatını daha da iyi hale getirse de sorunlar hala devam ediyor.
Jouni Salmenjaakko, Beyin Travması Geçiren Hasta: ‘‘Şu anda birçok zorluk içeren devamlı bir acı ile yaşıyorum. Hafızamın dengesi alt üst oldu. Burada tek başıma gezemiyorum. Çünkü kayboluyorum. Bu yüzden yeni kuralları olan bu hayatıma alışmak zorundayım.’‘
Peki, Jouni gibi beyin travması geçiren hastalara ne yapılabilir?’‘
Beyin travması vakalarını tedavi etmek zordur. Çünkü her travma farklıdır. Vücudumuzu tam olarak beynimiz kontrol ettiği için nörologlar teşhis ve tedavi konusunda zorlanıyorlar.
Bu sebeple bir Avrupa araştırma projesinde bilim adamları beyin travması vakaları örneklerini toplayarak büyük bir veri bankası oluşturdu. Bu yöntem ile doktorlar hastalarını daha kolay tedavi edebilecek.
Olli Tenovuo, Turku Universitesi Hastanesi, Nörolog: ‘‘Hastanın tüm geçmişini araştırıyoruz. Daha önce ne gibi rahatsızlıklar geçirdiğine bakıyoruz. Tedavi sürecinde aldığı ilaçlar inceleniyor. Görsel veriler kontrol ediliyor ve kan tahlillerine bakarak daha sağlıklı bilgiler elde ediyoruz.’‘
Veri bankalarına bakarak nörologlar hastalarını daha önceki vakalar ile karşılaştırabiliyor. Mühendisler algoritma ve istatistik bilgilerini doğru bir şekilde harmanlamak zorundadır. Aynı şekilde doktorlar veri bankasından yararlanarak farklı bireylerin tedavi sonuçlarını tam olarak tesbit edebiliyorlar.
Mark van Gils, Biyomedikal Mühendis, Beyin Travması Projesi Çalışanı: ‘‘Kaybettiğimiz birçok veri mevcut. Bazı vakalarda kan örneği ve tomografi yöntemine başvuramıyoruz. Bu sebeple klinik çalışanları için tüm veri farklarını güncelliyor ve onlara güvenilir ve anlaşılır bilgiler sunuyoruz.’‘
Jouni’nin geçirdiği beyin travması için bu seminer dahil, özel bir tedavi yöntemi uygulanıyor. Zorlu geçen aylardan sonra bu hasta artık önünü görebiliyor.
Jouni Salmenjaakko, Beyin Travması Geçiren Hasta: ‘‘Hayatımı eski haline getirmeye çalışıyorum. Müzik dinliyor ve arkadaşlarımla buluşuyorum. Belki de ileride gönüllü olarak bir yerde çalışırım. Benimle aynı durumda olan hastalara bakar ve iyileşmelerine yardım ederim. Bunun gibi şeyler yaparım.’‘

ERKEKLERİN YÜZÜ YUMRUĞA DAHA DAYANIKLI

Yeni geliştirilen bir teoriye göre erkeklerin yüz yapısı yumruk yumruğa girişilen kavgalara karşı evrimsel olarak daha dayanıklı şekilde gelişti.
Yumruk karşısında en çok kırılan yüz kemikleri de erken dönem insan evrimi sırasında en çok güçlenen kemiklerden.
Bu kemikler aynı zamanda kadınlarla erkekler arasında en çok farklılık gösteren kemikleri oluşturuyor.
Biological Reviews dergisinde yayınlanan makalede yüz kemiklerindeki güçlenmenin kadınlar ve gerekli kaynaklar için edilen kavgalarla evrimleştiği söyleniyor.
Ana argüman şiddetin temel evrimsel değişiklikleri belirlediği yönünde.
Fosil kayıtları insan türünün ilk öncülü Australopiteklerin güçlü surat yapıları olduğunu gösteriyor.
Yıllar boyunca bu ilave kuvvetin fındık, tohum ve çimen içeren beslenme nedeniyle olduğu düşünülmüştü.
Ancak australopiteklerin dişlerinden elde edilen yıpranma kalıplarına ve karbon izotoplarına dair daha yeni bulgular bu “beslenme hipotezi” konusunda şüphe oluşturdu.
Utah Üniversitesi’nden evrimci biyolog ve yeni teorinin yer aldığı makalenin yazarı olan Profesör David Carrier “(Australopitek), ‘ceviz-kıran adam’ aslında muhtemelen meyve yiyordu” diyor.
“Beslenme değil şiddet”
Profesör Carrier ve makalenin ikinci yazarı fizikçi Dr. Michale Morgan beslenme yerine şiddet içeren rekabetin surat yapısındaki bu güçlenmeyi talep ettiğini söylüyor: Onların bu duruma verdikleri isim “koruyucu güçlendirme hipotezi”.
Teorilerini desteklemek için Carrier ve Morgan modern insanların kavgalarından edinilmiş verileri gösteriyor. Hastanelerin acil servislerinde yapılmış birçok çalışma yüz kemiklerinin şiddetli yaralanmalar karşısında özellikle kırılgan olduğunu söylüyor.
Carrier “Çene kemikleri özellikle en sık kırılan kemiklerden, şu anda bu dünyanın sonu değil çünkün cerrahlarımız var modern tıp var” diye açıklıyor. “Ama 4 milyon yıl önce çenenizi kırdıysanız bu muhtemelen ölümcül bir yaralanma idi. Yiyecekleri çiğneyemeyecektiniz…. Açlıktan ölecektiniz.”
Günümüz dünyasının kavgalarında en çok zarar gören çene, yanak, göz ve burun yapıları Australopitlerde görülen evrimsel değişikliklerle en çok korunan kemikler.
Dahası bu kemikler kadınlar ve erkeklerde en farklı olan kemikler. Ve aynı zamanda dişi ve erkek atalarımızda da.
Artık yüzler daha zayıf
Carrier “İnsanlarda ve genel olarak büyük maymunlarda kavgalara genelde erkekler girer ve genelde yaralanacak olanlar erkeklerdir” diyor.
İlginç bir nokta Austrolipitlerin -insanlarında da dahil olduğu – evrimsel torunları giderek daha az güçlü yüzlere sahip olması.
Carrier’e göre bu, korunmaya artan ihtiyacın giderek azalması ile ilgili: “Kollarımız ve vücudumuzun üst kısmı Austrolipitlerde olduğu kadar güçlü değil…. Geçici bir korelasyon var” diyor.
Yüzün yapısının güçlenmesi fikri Carrier ve Morgan tarafından erken dönem insansıların yumruk sıkmayla uyumlu bir el yapısı geliştiren – dolayısı ile yumruk atabilen ilk primatlar olmalarına dair daha önce yaptıkları bir gözleme dayanıyor.
Bu gözlemin yer aldığı daha önce yayınlanan makale başka araştırmacılar tarafından eleştirilmişti. Carrier yeni teorilerinin yapacağı katkının eleştirilere yanıt olacağı görüşünde. Carrier insan evriminde şiddetin rolü konusundaki tartışmanın yeni olmadığını söylüyor.
Carrier BBC’ye “(Makalemiz) geçmişimizin şiddetle iç içe mi yoksa barışçıl mı olduğu konusundaki tartışmaya gönderme yapıyor” diyor. “Bu uzun zamandır devam eden bir tartışma” diyor.
“Tarih kayıtları ancak kısa bir zaman öncesine kadar gidebiliyor. Arkeolojik kayıtlar bir kaç onbin yıl geriye gidiyor… Fakat anatomi hangi seçimin önemlli olduğu, hangi davranışların önemli olduğu konusunda ipuçları barındırıyor ve bu bize daha uzak geçmiş hakkında bilgi veriyor.”

FORD VE HEİNZ ŞİRKETLERİ DOMATESTEN ARABA ÜRETECEK

Amerika’nın otomobil devi Ford ve gıda ürünleri şirketi Heinz, ortak çalışmalarıyla otomobil üretiminde domates lifi kullanmayı planlıyor.
Otomobillerin plastik parçalarında, ketçap üretiminden geriye kalan kuru domates kabuklarının kullanılması öngörülüyor. Parçaların dış görüşü çok hoş olmayacağından dolayı şimdilik sadece kaporta altında veya şasinin alt kısmında bulunan ve görünmeyen parçalar domates lifinden üretilecek. Şirket uzmanı Hellen Lie, Reuters ajansına böyle bir açıklamada bulundu. Uzman ayrıca, şirketin yeni malzeme üretiminde domatesin yanında Hindistan cevizi, pirinç kabuğu, hindiba kökü ve ağaçlardan da yararlanmayı planlıyor.
Bitkisel plastik üretimi konusunda yaklaşık iki yıldır çalışan Ford şirketi Heinz, Coca-Cola, Nike ve Procter&Gamble gibi şirketlerle işbirliği yapıyor. Plastik üretiminde petrol ürünleri yerine bitkisel hammaddelerin kullanılması çevreye verilen zararı da azaltacak.

KAHVE DİŞ DOSTU OLABİLİR

Brezilyalı bilim adamlarının araştırması, ölçülü şekilde kahve içenlerde diş çürümesi riskinin azaldığını gösterdi.
Kahve tanelerinin çürüklerin başlıca nedeni olan plaklara yol açan bakterileri etkin şekilde yok edebildiğini vurgulayan bilim adamları, bu olumlu etkiyi kahvenin içindeki antioksidanların sağlıyor olabileceğini ifade etti.
Ancak bilim adamları günde 2-3 fincan kahve içilmesi önerisinde bulunarak, kahvenin aşırı tüketiminin ise dişlere zarar verdiğine dikkati çekti.
Araştırmanın sonuçları “Letters in Applied Microbiology” dergisine yayımlandı.